31 Ocak 2010 Pazar

ALLÂHÜ TEÂLÂYA ÎMÂN

ALLÂHÜ TEÂLÂYA ÎMÂN
31 OCAK 2010 PAZAR


Îmânın şartlarından birincisi Allâhü Teâlâ'ya inanmaktır. Bütün âlemi yaradan, yâni yoktan var eden Allâhü Teâlâ'dır ki, birdir, ortağı ve benzeri yoktur.

Herkes ona muhtâcdır, o hiçbir şeye muhtâc değildir.

Ana, baba ve evlâdı olmaktan münezzehtir.

Hiçbir şey ona müsâvî (denk) değildir.

Mekândan, cihetten ve yemek, içmek, uyumak, uyuklamak gibi sıfatlardan uzaktır. (Hiçbir şeye muhtaç değildir.)

Her şeye gücü yeter. Dilediğini işler, ona kimse mâni olamaz, her şeyi bilir, görür ve işitir.

Kur'ân-ı Kerîm onun kelâmıdır.

Görmesi bizim gibi göz ile, işitmesi kulak ile ve konuşması lisân, ses ve harf ile değildir.

Her türlü kemâl sıfatları onundur ve noksan sıfatlardan uzaktır.

ALLÂHÜ TEÂLÂYA TA'ZÎM

ALLÂHÜ TEÂLÂYA TA'ZÎM
31 OCAK 2010 PAZAR


Yerleri, gökleri, ayı, güneşi, yıldızları, türlü çiçekleri, otları, çeşit çeşit meyveleri, birbirlerine benzemeyen bunca insan ve hayvanları yaratan Allâhü Teâlâ, kullarını akıl, fikir, dil, el, ayak, göz, kulak gibi saymakla bitmeyen nimetlerle donatmıştır.

Açıkları örten, açları doyuran, susuzları kandıran, hastalara şifâ, dertlere deva veren Rabbimiz için gece gündüz başımızı secdeden kaldırmasak da yine bu ni'metlerin şükrünü edâ edemeyiz.

Allah'ımızı anamızdan, babamızdan ve canımızdan daha çok sevmeli, Mevlâmızın emirlerini tutmalı, yasakladıklarından kaçmalı, zâtına kulluk etmeli, azabından korkup rahmetini ümit etmeli. Ni'metlerine şükredip musibetlerine sabretmeliyiz. Anahtar Kelimeler: Allah - Allahü Teala - Tazim - Ta'zim - Allahü Tealaya tazim - Allahü Tealaya ta'zim

BÂZI AİLE VE EVLÂDIN DÜŞMANLIĞI

BÂZI AİLE VE EVLÂDIN DÜŞMANLIĞI
31 OCAK 2010 PAZAR

Mekkelilerden müslüman olanlar Medine'ye, Peygam­ber Efendimize (s.a.v.) gitmek istemişler, hanımları ve evlatları da onları bırakmak istememişlerdi. Bilâhare kalkıp Resûlullâha geldiklerinde insanların ilim ve irfan sahibi olduklarını görünce, hanımlarına ve evlatlarına bu gecikmeden dolayı düşmanlık beslemeğe başladılar. Bunun üzerine Allâhü Tealâ: "Ey îmân edenler! Haberi­niz olsun ki eşlerinizden ve evlâtlarınızdan size düş­man vardır. Onun için onların mahzurlarından sa­kının; Bununla beraber afveder, kusurlarına bakmaz, örterseniz şüphe yok ki Allah Gafurdur, Rahimdir." mealindeki Tegâbün sûresinin 14. âyetini indirdi.

Elmalılı Hamdi merhum bu âyeti şöyle tefsir etmiştir: Hanım ve evlâtlarınızdan bâzısı, size bilerek veya bilmeyerek bir nevi düşmandır. Dünyâda kocalarına düşmanlık eden, malına, ırzına, namusuna hıyanet eden, dîninden eden, cehenneme sürükleyen nice kadınlar ve evlatlar vardır. Belki birçokları da bilmeyerek ve kötü bir maksat beslemeyerek kocalarını veya babalarını sıkın­tılara ve üzüntülere düşürür ve böylelikle bir takım hayır işlerine, ibâdetlerine mâni olurlar. Bu düşmanlık hanım ve evlâd tarafından olabildiği gibi koca tarafından da olabilir.

Binâenaleyh âyet-i kerîmenin mealinin hâsılı şu olur: "Ey îmân eden erkekler, aklınız ve îmânınız ailenize düş­manlık etmemeyi îcâb ettirir. Fakat hanımlarınız ve evlâdı­nız içinden sizlere düşman olan, başınıza sıkıntılar çıkar­mak isteyen bâzılarının da bulunabileceği muhakkaktır.

O hâlde onlara dikkat edip şerlerinden, başınıza aça­cakları sıkıntılardan sakınınız. Bundan dolayı hanımı seçerken dış güzelliğini, malını değil her şeyden evvel dinini, edebini, iffetini, ahlâkını aramalıdır.

Eğer -başkasının hakkını alâkadar etmeyen- dünyâ iş­lerindeki kusurlarını veya tevbe ettikleri dînî suçlarını affe­derseniz, yüzlerine vurmaz, müsamaha gösterirseniz şüphe yok ki Allah da sizin günahlarınızı rahmetiyle affeder."

30 Ocak 2010 Cumartesi

İHLÂS SÛRESİNİ ÇOK OKUMANIN FAZİLETİ

İHLÂS SÛRESİNİ ÇOK OKUMANIN FAZİLETİ
30 OCAK 2010 CUMARTESI


Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet etti: Resûlullâh (s.a.v.) ile beraber Tebük'te idik. Güneş daha önce görmediğimiz bir ışık ile doğdu. Her yer öncekilerden farklı bir şekilde parlaktı. O gün Cebrâîl (a.s.) peygamberimize geldi.

Resûlullâh (s.a.v.): "Ey Cebraîl! Bu gün güneşi daha önce hiç görmediğim şekilde parlak görmekteyim. Niçin? diye sordu. Cebrail (a.s.); "Bugün Muâviye el-Leysî Me­dine'de vefat etti. Allâhü Teâlâ ona yetmiş bin melek gön­derdi. Cenaze namazını bu melekler kılıyor." dedi.

Resûlullâh (s.a.v.); "Peki, ona niçin böyle ikram edili­yor?" dedi Cebrâil (a.s.); "O, Ihlâs sûresini çok okurdu. Gece gündüz, sabah akşam, ayakta, oturarak ve yürür­ken hep okurdu." diye cevap verdi.

29 Ocak 2010 Cuma

TEDAVİ DİNİN EMRİDİR

TEDAVİ DİNİN EMRİDİR
29 OCAK 2010 CUMA

Tedavi olmak kulun tevekkülünü noksanlaştırmaz. Cünkü Resûlullah (s.a.v) tedaviyi emretmiş ve şöyle haber vermiştir: "Hicbir hastalık yoktur ki şifası olmasın. Onu bilen bilir, bilmeyen bilmez. Ancak ölüm icin bir ilac yoktur." (Ahmed bin Hanbel)

"Ey Allah'ın kulları, tedavi olunuz." (Ebû Davud)

Hz. Peygamber'e (s.a.v) ilac kullanmanın ve okuyarak tedavi etmenin kaderi engelleyip engellemeyecegi soruldugunda şöyle buyurdu: "Bunlar da Allah'ın kaderindendir." (Tirmizî)

Bir hadiste de şöyle rivayet edilmiştir:

"Mirac gecesinde karşılaştıgım her bir melek toplulugu bana, ümmetime kan aldırmayı emretmemi söyledi." (Tirmizî)

Resûlullah (s.a.v), akrep sokmasından ve başka şeylerden dolayı tedavi olmuştur. Yine rivayet edildigine göre, herhangi bir yerinde bir yara cıksa onun üzerine kına koyardı. Halbuki kendisi en yüksek seviyede tevekküle sahipti ve insanların en kuvvetlisi idi. Anahtar Kelimeler: Tedavi olmak dinin emridir - tedavi olmak - tedavi olmak dinimizin geregidir -

BIR ÖĞÜT

BIR ÖĞÜT
29 Ocak 2010 Cuma


"Sayet insanlar Hz. Peygamber'in (s.a.v) yolunu takip etselerdi, yüce Allah tanısalardı, imanlarında kemale ermiş olsalardı, diğerine zulüm, hakaret, eziyet ve işkence etmezlerdi. Bugün icin durum aksine ise Allah korkusunun insanların icinde kalmadığındandır."
(Abdülhakim el-Hüseynî k.s)

OSMANLI İTFAİYESİ; TULUMBACILAR

OSMANLI İTFAİYESİ; TULUMBACILAR
29 OCAK 2010 CUMA


Tulumbacılar, yangın çıkınca etrafa yayılmadan sön­dürmek ve mahsur kalanları kurtarmak için kurulan bir Osmanlı devri teşkilâtıdır. 1720 senesine kadar İstan­bul'da çıkan yangınları, yeniçeriler söndürürlerdı. On sekizinci asrın başlarında yangın söndürmek için (suyu tazyîk ile alevlere püskürten) tulumba yapıldı ve Tulum­bacı Ocağı kuruldu. 1869'da belediye merkezlerine, mahallelere tulumbalar verilerek semt tulumbacı ocak­ları bir kaç sene sonra da itfaiye alayları kuruldu. 1923'ten sonra itfaiye teşkilâtı belediyelere devredildi.

Tulumbacılar, şehrin yüksek yerlerindeki yangın kule­lerinden yangınları haber alırlar, başta reisleri omuzla­rında su tulumbaları ve yangın söndürme aletleriyle vanam yerine koşarlardı. Yangına koşar adım gidildiğin­den neferlerin yorulmaması ve gidiş hızının azalma­ması için uygun yerlerde takım değiştirilirdi. Tulumbayı sırtlarında taşıyanlara uşak, tulumba takımının ağası ve vol Göstericisine Fenerci denirdi. Borucu su sıkılan bo­ruyu taşır ve alevlere su sıkardı. Kökenci ise borucunun kullandığı boruyu tutarak düşmemesini sağlar hortumcu da hortumları kullanırdı.

TÂRİH: KARLOFÇA ANLAŞMASI

TÂRİH: KARLOFÇA ANLAŞMASI
29 OCAK 2010 CUMA

Osmanlı Devleti tek başına, 16 sene Avusturya ve Lehistan (Polonya) ile, 15 sene Venedik ile, 10 seneye yakın Rusya ile sekiz-on cephede mücâdele etmiştir. Tarihte hiçbir devlet bu kadar uzun savaşlar ve mücâ­delelere dayanamamıştır.

Osmanlı Devleti ile harb eden devletlerden Avustur­ya'nın askerî ve mâlî sıkıntısı, Osmanlı Devleti'nin kat kat üstündeydi.

İngiliz ve Hollanda elçilerinin ısrarlı faaliyetleri neti­cesinde sulh anlaşmasının lüzumlu olduğuna inanan sadrâzamın, pâdişâh ve diğer devlet erkânını ikna et­mesi ve uzun seneler devam eden harbin devleti her yönden zaafa uğrattığını söylemesi üzerine sulha karar verildi. Uzun görüşmeler neticesinde Osmanlı Devleti ile, Avusturya, Venedik ve Lehistan arasında 26 Ocak 1699'da Karlofça Anlaşması imzalandı. Aynı zamanda Karlofça'da Ruslarla üç senelik bir mütâreke imzalandı. Ruslarla sulh görüşmeleri İstanbul'da devam etti ve 15 Temmuz 1700'de anlaşma imzalandı.

Osmanlı Devleti, ilk defa Karlofça Anlaşmasfyla bü­yük topraklar kaybetmiş oldu. O ana kadar Avrupalılar, Osmanlı ordusu mağlub edilemez kanaatini taşıyorlar­dı. Bu anlaşmadan sonra Avrupalılar, Osmanlı Devleti'ni parçalamak ve Avrupa'dan atmak için harekete geç­tiler. Osmanlı Devleti'nin bundan sonraki siyâseti tama­men müdâfaa şeklinde olmuş ve zaman zaman, kaybedilen yerlerin geri alınması için büyük mücâdeleler verilmiştir.

28 Ocak 2010 Perşembe

TELEVİZYON, BİLGİSAYAR ve ÇOCUKLAR

TELEVİZYON, BİLGİSAYAR ve ÇOCUKLAR
28 OCAK 2010 PERSEMBE


Hareketli ve sesli görüntüler çok küçük yaşlardan iti­baren çocukların dikkatini çeker. Bu sebeple çocuklar küçük yaşlardan itibaren takip edilmeli,

Uzun süre televizyon ve bilgisayar karşısında tutulma­malı, yaşlarına uygun ve faydalı programlar izletilmeli.

Çocuklarımıza kitap okumalı ve bu alışkanlık hâline getirilmelidir.

BABAM İBRAHİM'İN DUASIYIM

BABAM İBRAHİM'İN DUASIYIM
28 OCAK 2010 PERSEMBE


Hz. İbrahim, oğlu İsmail'le (a.s) birlikte Kâbe'yi inşa ettiler. İnşa tamamlanınca, ellerini acarak şöyle yalvardılar:

"Ey Rabbimiz! Onlara, iclerinden senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder. Cünkü üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan yalnız sensin" (Bakara 2/129)

Yüce Allah, Hz. İsmail'in neslinden Peygamber Efendimiz'i (s.a.v) göndererek dualarını kabul etti.

Bu gerceği Kâinatın Efendisi, "Ben, babam İbrahim'in duasıyım..." (Taberânî) buyurarak ifade etmişlerdir.

Hz. İsmail'in evlat ve torunları coğaldı. İclerinden Adnanoğulları, onlar icinden Mudaroğulları, onlar icinden de Kureyş kabilesi digerlerinden üstün oldu.

Kureyş kabilesi icinde ise Hâşimîler kolu hepsinden daha cok fazilet ve şeref buldu. Bu gerceği de bizzat Peygamber Efendimiz şöyle dile getirir:

"Allah, İbrahim oğullarindan İsmail'i, İsmail oğullarindan Kinâneoğulları'nı, Kinâneoğulları'ndan da Kureyş'i, Kureyş'ten de Benî Hâşim'i, Benî Hâşim'den de beni secmiştir" (Müslim)

GEÇİM SIKINTISI

GEÇİM SIKINTISI
28 OCAK 2010 PERSEMBE


Evlenen kişi, ailenin işlerini düzenleyip yoluna koymak icin özen göstermeli, başlarina gelecek sikinti icinde de iyiliklerinin artmasini istemelidir. Bazan yaşadigi gecim sikintisinda bile iyi muameleyi elden birakmamali ve herşeyde bir hayir oldugunu unutmamalidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurur:

"Bir kulun günahari arttigi zaman, günahlarini temizlemesi icin Allah Teâlâ ona üzüntü verir" (Ahmed bin Hanbel)

"Günahlar icinde öyleleri vardir ki ancak gecim icin cekilen sikintilar onu temizler" (Taberânî)

"Dünyanizdan bana şu üc şey sevdirildi: Güzel koku, kadin ve gözümün nuru kilinan namaz" (Nesâî)

"Allah Teâlâ, ailesi kalabalik oldugu halde iffetli olan fakiri sever" (İbn Mâce)

"Kişinin hanimina yaptigi her harcama kendisi icin sadakadir. Kişi, haniminin agzina koydugu bir lokma icin dahi sevap kazanir" (Buhârî)

"Allah Teâlâ nikâhtan hoşlanir, boşanmaya bugzeder. Evlenin, fakat boşanmayin" (Ebû Davud)

27 Ocak 2010 Çarşamba

BERCESTE

BERCESTE
27 OCAK 2010 CARSAMBA


“İnsanlara hizmet ve iyilik etmek isteyen kimse, kendi nefsini ıslah etsin yeter. Nefsini ıslah etmeyen kimse insanlara gerçek faydayı veremez. Allah dostları,
nefislerini ıslah edip istikamet üzere gittiklerinden, insanların hidayetine ve
ebedi saadetine vesile olmaktadırlar.”
(Gavs-ı Sânî k.s)

"ŞÜPHESİZ İYİLİKLER KÖTÜLÜKLERİ GİDERİR"

"ŞÜPHESİZ İYİLİKLER KÖTÜLÜKLERİ GİDERİR"
27 OCAK 2010 ÇARŞAMBA

Ebû Osman (r.a.) şöyle rivayet etti: Selmân-ı Fârisî (r.a.) ile bir ağacın altında oturuyorduk. Selmân-ı Fârisî (r.a.) ağacın kuru dallarından birini tuttu ve yaprakları dökülene kadar salladı. Sonra 'Ey Ebû Osman! Bunu niçin yaptığımı sormayacak mısın?' dedi. Bunun üzeri­ne 'Bunu niçin yaptın?' dedim. Şöyle anlattı:

"Bir ağacın altında Resûlullâh (s.a.v.) ile beraber otu­rurken o böyle yapmıştı. Ağacın kuru dallarından birini tutup yaprakları dökülünceye kadar salladıktan sonra, 'Ey Selmân! Bunu niçin yaptığımı bana sormayacak mı­sın?' buyurdular. O zaman ben de 'Ey Allah'ın Resulü! Bunu niçin yaptınız?' diye sordum. Şöyle buyurdular:

"Bir müslüman güzelce abdest alıp sonra da beş vakit namazını kılarsa onun günahları işte şu ağacın yapraklarının döküldüğü gibi dökülür."

Arkasından da "Ve namazı gündüzün iki tarafında ve geceden ve gündüze yakın saatlerde dosdoğru kıl. Şüp­he yok ki iyilikler, kötülükleri giderir. Bu, güzelce düşü­nenler için iyi bir öğüttür." mealindeki (Hûd Sûresi'nin 114.) âyetini okudular." Anahtar Kelimeler: Süphesiz iyilikler kötülükleri giderir - Süphe yok ki iyiliker kötülükleri giderir - iyilik kötülügü giderir -

26 Ocak 2010 Salı

TRAFİKTE İHMÂL ETMEYİNİZ !

TRAFİKTE İHMÂL ETMEYİNİZ !
26 OCAK 2010 SALI


Emniyet kemerinizi takınız.

Hız kaidelerine uyunuz.

Öndeki vâsıtayı yakından takip etmeyiniz.

Öndeki vâsıtayı geçerken trafik kaidelerine uyunuz.

Kavşaklara, virajlara yaklaşırken yavaşlayınız.

Daîmâ geniş açıdan ve ileri bakınız.

Gözlerinizi hareket ettiriniz.

Yolunuzu önceden planlayınız.

Diğer araçlara ve yayalara anlayışlı davranınız.

Yayaların da hakları vardır.

Çocuklara dikkat ediniz.

Otomobilinizin bakımını ihmâl etmeyiniz
.

HZ. ALİ'NİN (K.V.) SON SÖZLERİ

HZ. ALİ'NİN (K.V.) SON SÖZLERİ
26 OCAK 2010 SALI


Hz. Alî şehîd olduğu yarayı aldığı vakit oğulları Hz. Hasan'ı ve Hz. Hüseyin'i çağırarak onlara şöyle öğütte bulunmuştu:

"Önce Allah'tan korkmanızı ve dünya hayatında size karşı serkeşlik edilse bile, sizin öyle davranmamanızı tavsiye ederim. Sakın kaybettiğiniz kimse için ağlamayasınız. Haktan başka bir şey söylemeyisiniz. Yetime merhamet edin, zayıfa yardımcı olun. Ahiretiniz için amelde bulunun. Zâlime hasım olun, mazluma yardımcı olun. Allah'ın kitabındaki ile amel edin ve Allah yolunda kimsenin kınamasından çekinmeyin"

Sonra diğer oğlu Muhammed Ibnü'l-Hanefiyye'ye de şöyle buyurdu: "Kardeşlerine nasihatimi işittin. Bunlar sana da nasîhatimdir. Bu iki kardeşine hürmet et, zîra üzerinde hakları büyüktür. Onların sözünü dinle ve on­lara danışmadan hiç bir işe girişme." Sonra Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'e: "Şu kardeşinizi size bırakıyorum. Babanızın onu sevdiğini çok iyi biliyorsunuz." buyurdu.

Sonra Hasan'a: "Ey oğlum! Allah'tan korkmanı, na­mazını vaktinde kılmanı, zekâtını tam olarak ve yerine vermeni, abdestini iyi almanı tavsiye ederim. Zîrâ abdestsiz ve tahâretsiz hiç bir namazın olmaz.

İnsanlara af ile muamele et, öfkeli ânında öfkeni yut, akrabalarını gözet, câhile yumuşak davran. Dâima dînî meseleleri öğren. Bir işe giriştiğinde sabırlı ol.

Kur'ân-ı Kerîm'in emirlerine riâyet et. Komşuna iyilikte bulun, mârufu (iyiliği) emredip münkeri (kötülüğü) nehyet ve her türlü çirkin işten uzak dur." buyurdu.

Hz. Alî (k.v.), sonra vasiyetini yazdı ve vefat edinceye kadar "Lâ ilahe illallah" kelime-i tevhidinden başka bir söz söylemedi.

ALLAH YOLUNDA HİZMETİN MÜKÂFATI

ALLAH YOLUNDA HİZMETİN MÜKÂFATI
26 OCAK 2010 SALI


Resûlullâh'ın (s.a.v.) ashabından biri, içinde tatlı ve güzel bir su pınarının bulunduğu bir vâdîden geçti. Pınarın güzelliğine hayran kaldı ve 'Keşke insanlardan ayrılsam da bu vâdîde ikâmet etsem! Fakat Resûlullâh bana izin vermeden ben asla böyle bir şey yapamam.' dedi. Sonra gidip durumu Resûlullâh'a (s.a.v.) anlattı.

Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Böyle bir şey yapma. Muhakkak sizden birinizin Allah yolunda bulunması evinde yetmiş sene namaz kılmasından daha faziletlidir. Allah'ın sizi bağışlamasını ve cennete koymasını istemez misiniz? Allah yolunda cihâd ediniz. Kim devenin sağılacağı bir vakit kadar Allah yolunda cihâd ederse, cennet ona vâcib olur."

25 Ocak 2010 Pazartesi

"TEDBİR GİBİ AKIL YOKTUR"

"TEDBİR GİBİ AKIL YOKTUR"
25 OCAK 2010 PAZARTESI


Sultan Yıldırım Bâyezîd Han Niğbolu'yu ve Silistre'yi fethedip Eflak'a geçti. Eflak Beyi Mirce, askeriyle Sultan Bayezid'e karşı geldi. İki ordu arasında akşama dek cenk oldu. Akşam olunca iki taraf at üzerinde oturdular.

Gece oldu. Sultan Yıldırım Bâyezîd Han'ın veziri Ali Paşa o gece şöyle bir tedbir aldı: Meşaleleri yaktırdı. Ne kadar şehit varsa savaş yerinde birini bıraktırmadı, hepsini taşıttı. Sabaha dek bu işi bitirdiler. Sabah olunca savaş yerinden göçüp gittiler. Eflak Beyi Mirce, Türk'ün gittiğini öğrenince, savaş yerine adam gönderdi. Gördüler ki, kendilerinden çok kişi kırılmış, yatar. Bu haberi alan Mirce dehşete kapılıp, ordum çok kırıldı, diye gönlüne korku düşüp savaş yerinden kaçıp gitti.

Sultan Yıldırım Bâyezid Han yüz aklığıyla Tuna'yı geçip, Niğbolu'dan Edirne'ye doğru geldiğinde arkasından Eflak Beyi Mirce bağlılığını bildirip haracını verdi.

24 Ocak 2010 Pazar

NAMAZ İÇİN ADIM ATMAK

NAMAZ İÇİN ADIM ATMAK
24 OCAK 2010 PAZAR

Ebû Hüreyre (r.a) söyle der:

"Kim abdest alir ve abdestini de mükemmek sekilde tamamlar, sonra namaz kilmak niyetiyle evinden cikarsa, o kisi namaz kilma niyetini devam ettirdigi sürece namaz kiliyor gibidir. Onun her adimi icin bir iyilik yazilir ve bir kötülügü silinir. Buna göre biriniz namaz kilinma davetini duydugu zaman, artik geri kalmasi yakisik almaz. Elbette sizin en büyük ecir alacak olaniniz, evi mescide en uzak olaninizdir." Orada bulunanlar sordular:

"Neden, ey Ebû Hureyre ?"

"Mescide namaz icin giderken daha cok adim attigindan dolayi" dedi.

BERCESTE

BERCESTE
24 OCAK 2010 PAZAR


"Resimlerin ister haberleri olsun, ister olmasın,
hepsi de ressamın elindedir, o elden çıkar"
(Hz. Mevlâna)

23 Ocak 2010 Cumartesi

ŞİFALI BİTKİ: ISPANAK

ŞİFALI BİTKİ: ISPANAK
23 OCAK 2010 CUMARTESI ...


Ispanak, kansere yakalanma riskini azaltir. Yapilan arastirmalar ispanagi bolca tüketen kisilerde deri, akciger, prostat ve idrar torbasi kanserlerine yakalanma oranlarinin cok düsük oldugunu göstermistir.

Ispanak, yüksek oranda A, C ve E vitamini gibi antioksidan maddeleri icerir, kalp krizi gecirme, felc olma ve katarakt hastaligina yakalanma tehlikesini de azaltmaktadir.

HER HALDE ŞÜKÜR ETMEK

HER HALDE ŞÜKÜR ETMEK
23 OCAK 2010 CUMARTESI

Resûlullah (s.a.v) söyle buyurur:

"Kıyamet günü, 'Cokca hamdedenler ayaga kalksın' diye nidâ edilir. Bu cagrı üzerine bir zümre ayaga kalkar ve onlar icin bir sancak acılarak hepsi cennete gönderilir." Bu ifadeler üzerine sâhabe-i kirâm sordu:

- Cok hamdedenler kimlerdir ? Resûlullah (s.a.v) buyurdular ki:

"Her hâlükârda Allah'a şükredenlerdir." (Taberânî)

Diger bir lafız ise, "Onlar, hem bolluk zamanlarında hem de sıkıntılı hallerinde Allah'a şükredenlerdir" şeklindedir.

İbn-i Mesud (r.a) söyle der:

- Şükür, imanın yarısıdır. Şükür, hem kalbi hem dili ve hem de vücudun diger organlarını ilgilendiren bir ibadettir.

Su Çiçeği Hastalığı (Varisella)

Su Çiçeği Hastalığı (Varisella)
23 OCAK 2010 CUMARTESI

Su çiçeği varisella zoster adı verilen bir virüs tarafından meydana getirilen ateşli bir enfeksiyon hastalığıdır. Varisella zoster virüsü havada 1-2 saat canlı kalan ve çok hızlı çoğalan bir virüstür. Varisella zoster adlı bu virüsün bulaşıcılığı çok yüksektir. Kişiden kişiye daha çok hapşırma, öksürme ile havaya dağılan virüsün solunum yoluyla alınması veya göz ile teması sonucunda bulaşır. Ciltteki su çiçeği döküntüleri ile temas yoluyla da bulaşmaktadır. Su çiçeğinin kuluçka süresi yaklaşık 14-16 gün'dür.

Yüksek derecede bulaşıcı bir hastalık olmakla birlikte su çiçeği çocukluk döneminde çoğunlukla hafif seyreder ve ciltte kaşıntılı, küçük, yuvarlak lezyonlarla karakterizedir. Teması izleyen ilk 4 gün içinde virüs üst solunum yolu lenf bezlerine yerleşerek çoğalmaya başlar. 7. gün'de karaciğer ve dalak başta olmak üzere diğer organlara dağılarak çoğalmayı sürdürür. 14. gün'de kişide ateş, başağrısı, karın ağrısı, halsizlik gibi genel belirtiler ortaya çıkar ve hemen ardından yüz ve saçların arka diplerinden başlayarak omuz ve sırta, daha sonra kol ve bacaklara yayılan içi sıvı dolu cilt döküntüleri kendini gösterir.

Döküntü önce kırmızı kabarıklık şeklinde başlar daha sonra içi sıvı dolu hale döner. Hafif geçirilen su çiçeği enfeksiyonunda döküntü sayısı 10-20 tane kadar az olabilmekle birlikte genellikle 300-500 adet döküntü oluşur, bu döküntüler zamanla kabuklanır ve yaklaşık iki hafta içinde dökülür. Su çiçeği virüsü hasta kişinin döküntülerindeki sıvı ile temas veya burun ve boğaz sıvıları yoluyla yani solunum yoluyla yayılabilir.

Döküntüler kaşıntılı ve farklı boylardadır ve içinde sıvı bulunur ve 5-6 günlük bir süre içinde kabuklanarak kurur ve bulaştırıcılığını kaybeder. Gözlerde ve ağız içinde de döküntüler ortaya çıkabilir. 2-3 hafta devam eder ve hastalığı geçirmek kişide hastalığa karşı ömür boyu bağışıklık sağlar. Ancak nadirende olsa ikinci kez su çiçeği çıkaran vakalar görülebilmektedir.

Son derece bulaşıcı olan su çiçeği'ni bir çocuğun evdeki ailesine bulaştırma oranı %90 olarak gösterilmektedir. Genel olarak çocukların toplu bulundukları ortamlarda, kreş ve okullarda bulaşma çok hızlıdır. Belirtilerin ortaya çıkmasından 2 gün öncesi ve 4-5 gün sonrasına kadar hastalık bulaşıcı konumdadır.

Su çiçeği aşısının kullanılmaya başlanmasından önce sadece Amerika’da yılda 3-4 milyon su çiçeği vakası görülmekteydi. Su çiçeği'ne bağlı komplikasyonlar nedeniyle yaklaşık 10.000 kişi hastaneye yatırılmakta ve yaklaşık 100 kişi hayatını kaybetmekteydi.

Dünyanın her yerinde görülebilen su çiçeği enfeksiyonu sadece insanlarda görülen bir hastalıktır. Varisella zoster virüsünün ısıya dayanıksız olması nedeniyle salgınlar daha çok mevsim itibariyle Ocak-Mart ayları arasında pik yapar. Türkiye’de 20 yaşına kadar bireylerin yaklaşık %93’ü geçmişlerinde su çiçeğine maruz kalmışlardır.

Tüm vakaların yarısı 5-9 yaş arası çocuklarda görülür. 15 yaş üzeri nüfusun sadece %10’unun su çiçeği hastalığı geçirmediği tahmin edilmektedir. Su çiçeği vakalarının sadece %5’i erişkinlerde olmasına rağmen su çiçeğine bağlı ölümlerin %35’ini erişkinler oluşturmakta, yani hastalık ileri yaşta daha ağır seyretmektedir.

İMAMI GAZÂLî'DEN NASİHATLER

İMAMI GAZÂLî'DEN NASİHATLER
23 OCAK 2010 CUMARTESİ ...


Ne kadar şaşılacak bir durumdur ki biri bir köle satın alınca, fani dünyanın değersiz birkaç kuruşunu ödeyerek sahip olduğu o kölenin, efendisine gerekli hizmeti her an ve seve seve yapmasını, sürekli kendisine bağlılık göstermesini ister. En küçük bir hatasında onu cezalandırır ve kendisine öfkelenir. Hatta işi onun ücretini kesmeye onu kovmaya veya satmaya kadar götürür.

Öyleyse bize ne oluyor da bizleri ve bütün mahlukatı yoktan var eden, yağmur taneleri sayısınca işlediğimiz kusurlara rağmen üzerimizdeki nimetlerini bizden esirgemeyen Mevlamız'a itaat edip ibadet yapmıyoruz! Halbuki yüce Allah, bir tek kusur işlediğimiz anda bile yakalayıp hesaba çekmeye kadirdir. Fakat O, tövbe etmemiz, kusurlarımızı bağışlamak ve ayıplarımızı örtmek için bizlere süre veriyor.

AZI KARAR, ÇOĞU ZARAR: TUZ

AZI KARAR, ÇOĞU ZARAR: TUZ
23 OCAK 2010 CUMARTESİ

Yiyeceklere yeterinden fazla tuz katmamalı, lezzet için tuz yerine nane, maydanoz, kekik, rezene gibi bitki­ler kullanılmalıdır.

Aslında gıdaların içinde bulunan tabîî tuz vücûdun ihtiyâcını karşılar. Onun için eksik bile olsa pişmiş ye­meklere tuz konulması sıhhat için çok zararlıdır.

Tuzun yeterinden fazla kullanılması yüksek tansiyon, kalb krizi ve felç tehlikesini artırır, mide kanserine ve kemik erimesine yol açabilir.

22 Ocak 2010 Cuma

NAMAZDAN SONRA DUÂ

NAMAZDAN SONRA DUÂ
22 OCAK 2010 CUMA

Namaz'dan sonra âyetü'l-kürsî ve muavvizât (ihlâs, felak ve nâs sûreleri) okunur. 33 kere 'Sübhânallâh', 33 kere 'Elhamdülillâh' ve 33 kere de 'Allâhü Ekber' denilir ki, bunlar 99'dur. Tamâmı yüz olmak üzere 'Lâ ilâhe illallâhü vahdehû lâ şerîke leh ...' denilir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) her namazın akabinde bunu yapanların -deniz köpüğü kadar da olsa- günah­larının bağışlanacağını bildirmiştir.

Bundan sonra eller açılıp huşû' ve sükûn ile dünyâ ve âhiret hayırlarını toplayan "Rabbena âtinâ fi'd-dünyâ haseneten ve fi'l-âhireti haseneten ve kınâ azâbe'n-nâr" gibi duâlarla duâ edilir.

Bütün müslümanlar için de duâ edilir. Zîrâ Peygam­ber Efendimiz "Müslüman bir kimsenin kardeşine gı­yabında yaptığı duâ müstecabdır, makbuldür. Onun başında bekleyen vazîfeli bir melek vardır. Karde­şine hayır duâ etse o vazîfeli melek, 'âmîn, senin için de aynısı(nı Allah sana versin)' der." buyurmuştur.

Duayı, 'Sübhâne rabbike rabbi'l-ızzeti ammâ yesıfûn ve selâmün ale'l-mürselîn ve'l-hamdü lillâhi rabbi'l-âlemîn' diye bitirip yüzler ellerle meshedilir.

"O GÜN Nİ'METLERDEN MUHAKKAK SORULACAKSINIZ"

"O GÜN Nİ'METLERDEN MUHAKKAK SORULACAKSINIZ"
22 OCAK 2010 CUMA

Allâhü Teâlâ'nın insanoğluna bahşettiği bütün nimet­lerden kıyamet gününde sorulacaktır. Bu ni'metler, ken­disiyle lezzet alınan her türlü şeydir. Hayât, sağlık ve afiyet, hattâ içilen bir yudum (tatlı ve soğuk) su dahi bu­nun içindedir.

Birgün Hz. Ömer: Hangi ni'metlerden sorulacağız yâ Resûlallah? Hâlbuki yurtlarımızdan ve mallarımızdan çıkarıldık! demişti. Resûlullâh da (s.a.v.): "Sizleri sıcak­tan ve soğuktan koruyan evler, ağaçlar, çadırların göl­geleri ve sıcak günde su" buyurmuştur.

Resûlullâh (s.a.v.) Hz. Ebû Bekir ve Ömer ile birlikte Ebû Eyyûb Ensârî hazretlerinin evine gittiler. Hanımı Resûlullâh (s.a.v.) ve arkadaşlarını karşılarken Hz. Ebû Eyyûb de çıkageldi ve bir hurma dalı kesti. Peygamber Efendimiz (s.a.v.): "Bunu bizim için niye kestin, meyvesin­den toplasaydın ya!" buyurdu. "Yâ Resûlallah! Hurmanın hem koruğundan, hem tazesinden hem de olgunundan yemenizi arzu ettiğim için." dedi. Sonra bir oğlak kesti. Huzuruna getirdiği zaman Resûlullâh (s.a.v.) oğlaktan biraz aldı ve onu bir yufkaya sardı. Sonra 'Yâ Ebâ Eyyûb! Bunu kızım Fâtıma'ya yetiştir, zîrâ günlerden beri o böylesini tatmadı,' buyurdu. Ebû Eyyûb (r.a.) da onu Fâ­tıma'ya (r.anhâ) yetiştirdi. Yemeklerini yediler ve doydu­lar. Resûlullâh (s.a.v.) sofradaki ni'metlere bakarak "Ek­mek, et, olgun, koruk ve taze hurma." buyurdu ve müba­rek gözleri yaşardı. "Nefsim kudretinde olan Zât-ı Âlâ'ya yemin ederim ki işte bu, sorulacağınız ni'metlerdir, Allâhü Teâlâ (meâlen) "Sonra, yemin olsun o gün o ni­metlerden muhakkak sorulacaksınız." (Tekâsür-8) bu­yurdu. Bu, işte o kıyamet günü sorulacağınız ni'metler­dir." buyurdu.

Peygamber Efendimizin bu sözü ashabına ağır geldi. Bunun üzerine Resûlullâh (s.a.v.): "Böyle ni'­metlere kavuşup da el sürdüğünüz vakit -bismillah- deyin. Doyduğunuz vakit de 'Elhamdülillâhillezî...' deyiniz, çün­kü bununla (yani besmele ile başlanır ve sonunda duâ ile hamd edilirse) o rızıktan sual olunmaz", buyurdu.

FIKRA: BİZİM ÇOCUKLAR

FIKRA: BİZİM ÇOCUKLAR
22 OCAK 2010 CUMA


Nasreddin Hoca’nın karısı ölür. Ölen karısından beş çocuğu olan Hoca, beş çocuğu olan bir dul kadınla evlenir. Hoca’nın yeni eşinden de iki çocuğu olur. Bir gün karısı feryadı basar:

- Hoca!Hoca! Yetiş. Senin çocuklarla benim çocuklar bir olmuş, bizim çocukları dövüyorlar.
Anahtar Kelimeler: Fikra - Nasreddin Hoca - Hoca - Nasreddin - kari - karisi - ölü - ölen - bes cocuk - dul - kadin - iki cocuk -

21 Ocak 2010 Perşembe

İMAMI ŞÂFİÎ'DEN NASİHATLER

İMAMI ŞÂFİÎ'DEN NASİHATLER
21 OCAK 2010 PERSEMBE


“Dünyada zahid ol, dünya malına bağlanma! Ahireti isteyici ol, onun için çalış! Her işinde Allahü teâlâyı hatırla. Böyle yaparsan, kurtulmuşlardan olursun. Ruhsat ve te’viller ile uğraşan âlimden fayda gelmez.”

“İnsanları tamamen razı ve memnun etmek çok zordur. Bir kimsenin bütün insanları kendinden hoşnut etmesi mümkün değildir. Bunun için kul, daima Rabbini razı ve memnun etmeye bakmalı, ihlas sahibi olmalıdır.”

"İlmi, kibirlenmek, kendini büyük görmek için isteyenlerden hiçbiri felah bulmuş değildir. Ama ilmi tevazu için, âlimlere ve insanlara hizmet için isteyen, elbette felah bulur, kurtulur."

MOLLA YAHYA' DAN NASİHATLER

MOLLA YAHYA' DAN NASİHATLER
21 OCAK 2010 PERSEMBE

İnsanların çogunda kalp hastalıkları dedigimiz kibir, hased, ucub, hırs, dünya muhabbeti gibi manevi hastalıklar vardır. Bu hastalıkları tedavinin yolu, tasavvuf yoludur. Bu yoldan bahseden ilim de tasavvuf ilmidir. Tasavvuf ilmi sadece okumakla olmaz. Tasavvuf hakkında binlerce kitabı okusan tasavvuf'un bir hakikatine varamazsın.

Kalp hastalıklarından kurtulmak için, mürşid-i kâmile büyük ihtiyaç vardır. Nasil ki bir meyve agacının bakımı, aşısı yapılmaz, gübresi, suyu verilmezse meyvesi güzel olmaz. İnsanın durumu da böyledir. İnsanın da bir mürebbiye, kendini terbiye edip olgunlaştıracak birine ihtiyacı vardır.

EMÂNETLERE RİÂYET

EMÂNETLERE RİÂYET
21 OCAK 2010 PERSEMBE

Emânet, eminlik, doğruluk, davranışlarda doğru ol­mak ve başkasına âit bir şeyin geri verilmek üzere bir kimsenin yanında bulunması demektir. Bir şey korun­mak için verilmiş olursa "vedîa"dır. Mükellef bir müslü­man üzerine noksansız ve geciktirmeksizin yerine geti­rilmesi vâcib olan dînî vazîfeye de Allah'ın emaneti denir. Hayatımız, aklımız, namus ve haysiyetimiz de Allâhü Teâlâ'nın bize birer emânetidir. Bunlara güzelce riâyet etmek ise insanlar için yerine getirilmesi gereken bir vazîfedir.

Aslında insan, Allâhü Teâlâ'nın emânetini üzerinde taşıyan yegâne varlıktır. İşte insanlar gerek Allah'a ve gerek kullara karşı bu emânetleri iyi muhâfaza ederler­se o nisbette kıymetlerini arttırmış olurlar.

İnsanların üzerinde üç kısım emânet vardır:

Birinci kısım, Cenâb-ı Hakk'a karşı olan emânet­lerdir ki, bunlar Allah tarafından emr olunan şeyleri yeri­ne getirmek, yasaklanan şeyleri bırakmak, terketmek sûretiyle îfâ edilir. Allâhü Teâlâ'nın insana verdiği âzâ (organ)lar birer emânettir ve onların her birisinin bir vazîfesi vardır.

İkinci kısım, insanlara karşı olan emânetlerdir ki, onlara âit borçları, emânetleri vermekle, onlara zarar ver­memekle ve onların kusurlarını insanlar arasında yaymamakla ve âmirlerin halka karşı adâletle hareket etmeleri, âlimlerin de insanları güzelce irşâda çalışıp onları bâtıla sevk etmemesiyle te'min edilir. Aynı şekilde karı ve koca­nın birbirlerinin nâmuslarını sadâkatle koruması ve ço­cuklarını terbiye etmeğe çalışmaları da öyledir.

Üçüncü kısım da, insanların kendilerine karşı olan emânetleri(vazîfeler)dir:

Her insanın din ve dünyâsı için en faydalı, en iyi olan şeyleri tercih etmesi ve şehveti, gazabı, dünyâ sevgisi gibi şeylerin de kendisini mânevî zararlara sevk etme­mesidir.

20 Ocak 2010 Çarşamba

KASIM BİN MUHAMMED (R.A.)

KASIM BİN MUHAMMED (R.A.)
20 OCAK 2010 CARSAMBA

Hz. Ebû Bekir ve Selmân-ı Fârisî'den (r.anhümâ) son­ra Silsile-i Sâdâtın üçüncü halkası olan Kâsım bin Muhammed (r.a.), Hz. Ebû Bekr'in torunudur.

Babası Muhammed bin Ebûbekir Mısır vâlîsi iken şehit edilince küçük yaşta yetim kaldı. Halası ve mü'minlerin annesi Hz. Âişe vâlidemizin yanında büyüdü. Ondan fıkıh öğrendi ve hadîs-i şerîf rivâyet etti.

Tâbiînin büyüklerinden ve Medîne'deki yedi fukahâdan biridir. Hadîs ilminde güvenilir bir râvî, âlim, fakih ve takvâ sâhibi idi. İki yüz hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Hz. Âişe, İbn-i Mes'ûd, İbn-i Abbâs, Ebû Hüreyre, Zeyneb bint-i Cahş gibi sahâbeden (r.anhum) hadîs-i şerîf rivâyet etmiş, tâbiîn de kendisinden hadis rivâyet etmiştir.

Kâsım bin Muhammed (r.a.), gün başlarken mescide gelir, iki rekât namaz kılar ve insanların arasında otu­rurdu. Onlar da kendisine sorular sorarlardı. Ancak açık olan meselelere cevap verirdi.

Kasım bin Muhammed (r.a.) buyurdular ki:

"İnsanlar bana fetvâ sorarlar, ben bu husûsu bilmi­yorum, anlamıyorum, derdim. Isrârla sorduklarında val­lâhi sizin sorduklarınızın hepsini bilmiyorum. Şâyet bil­se idim, söylerdim. Zâten bildiğim şeyi gizleyip söyle­memem helâl olmaz, derdim.

Kişinin, Allâh'ın farz kıldıklarını öğrendikten sonra câhil olarak yaşaması, bilmediği hususlarda fetva vermesinden daha hayırlıdır."

• "Kişinin günâhını hafife alması en büyük günah­lardandır."

Hac veyâ umre için giderken, hicrî 106 yılında Mekke ile Medîne arasında Kudeyd'de vefât etti. Radıyallâhü anhü.

Hz. Kâsım'dan sonra Silsile-i Sâdâtın dördüncü hal­kası Ca'fer-i Sâdık Hazretleridir.

TÖVBE-İ NASÛH

TÖVBE-İ NASÛH
20 OCAK 2010 CARSAMBA

Tövbe-i nasûh, kulun içi ve dışı ile günahlarına pişman olup, bir daha günah işlememeye azimli olarak tövbe etmesidir. Sadece dış görünüşü ile tövbe etmek, çöplügün üzerini ipek örtü ile örtmeye benzer. İnsanlar ona bakınca çok beğenirler, fakat üzerindeki örtü kaldırılacak olsa ondan kaçarlar.

Resulullah (s.a.v) şöyle buyurur:
"Allah sizin dış görünümünüze bakmaz; sadece kalplerinize ve amellerinize bakar." (Müslim)

İbn Abbas (r.a) şöyler der :
"Tövbe eden nice kimseler vardı ki kıyamet günü tövbe edenlerden olmadığı ortaya cıkacaktır.''
İnsanın islediği günahları unutması onun için en büyük musibettir. Akıllı ve olgun insan nefsini sürekli hesaba çeker.

BİR ŞİİR

BİR ŞİİR
20 Ocak 2010 Carsamba


Ey günahlarini sayip döken günahkar!

Günahlarini unutma, önce isledigin günahlar da var.

Ölüm gelmeden Allah'a tövbe et, günahlara son ver.

Eger itiraf edeceksen önce günahlarini itiraf et.

KUR'AN'DAN BIR AYET

KUR'AN'DAN BIR AYET
20 OCAK 2010 CARSAMBA



رَبَّنَا وَاجْعَلْنَا مُسْلِمَيْنِ لَكَ وَمِن ذُرِّيَّتِنَا أُمَّةً مُّسْلِمَةً لَّكَ وَأَرِنَا مَنَاسِكَنَا وَتُبْ عَلَيْنَآ إِنَّكَ أَنتَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
Rabbenâ vec’alnâ muslimeyni leke ve min zurriyyetinâ ummeten muslimeten leke ve erinâ menâsikenâ ve tub aleynâ, inneke entet tevvâbur rahîm(rahîmu).

"Ey Rabbimiz! Bizi sana boyun egenlerden kil, neslimizden de sana itaat eden bir ümmet cikar, bize ibadet usullerimizi göster, tövbemizi kabul et; cünkü tövbeleri cokca kabul eden, cok merhametli olan ancak sensin." (Bakara 2/128)

TEVEKKÜL NE DEMEKTİR ?

TEVEKKÜL NE DEMEKTİR ?
20 OCAK 2010 CARSAMBA

Tevekkül, Allah Teâlâ'ya güvenmek ve başına bir musibet geldiginde kalp huzuru içinde Allah'a bağlanıp metanet göstermektir.

Rab'lerine tevekkül edenler, başlarına gelen her şeyin Allah Teâlâ'nın takdiri ile meydana geldigini bilirler. Kendilerini o sıkıntılardan kurtaracak bütün sebeplerin de yüce Allah'ın hükmü altında oldugunun idrakindedirler.

Gerçek manada tevekkül sahibi olanlar ne babalarına, ne evlatlarına, ne de servetlerine güvenirler. Onlar, bütün işlerini sadece Allah'a havale ederler ve başka hiçbir güce dayanmazlar.

''Kim Allah'a tevekkül ederse O, ona kâfidir.'' (Talâk65/3)

Sağlıklı Kalın

Sağlıklı Kalın
20 OCAK 2010 CARSAMBA


Bademcik iltihabı icin bitkisel olarak sunları yapabilirsiniz:

Kekik 5 gr. / Sirke bir cay bardagı. / Kimyon 5 gr. / Iki su bardagı su.

Bu maddeler kaynatılır ve elde edilen su ile gargara yapılır.



AKLINIZDA BULUNSUN

Vitamin kaybını önlemek icin:

* Temizleyip dogradıgınız sebzeleri bekletmeden yemegin icerisine ilave edin. Bekletilen sebzelerde C vitamini kaybı olur.

* Tüketeceginiz kadar pisirin. Pismis sebze yemegi ne kadar cok bekletilirse vitamin kaybı da o kadar cok olur.

19 Ocak 2010 Salı

ALLAH KORKUSUNDAN AGLAYAN CEHENNEME GİRMEZ

ALLAH KORKUSUNDAN AGLAYAN CEHENNEME GİRMEZ
19 OCAK 2010 SALI

Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurur :

"Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: Ben bir kulumda iki korkuyu ve iki emniyeti bir arada bulundurmam; dünyada benden korkanı, ahirette emin kılarım; dünyada kendini emniyette göreni de kıyamet gününde korku içinde bırakırım." (Taberânî)

Kur'ân-ı Kerîm'de ise şöyle buyuruluyor :

"İnsanlardan korkmayın, benden korkun!" (Mâide 5/44)

Hz. Ömer (r.a) Kur'ân-ı Kerim'den bir âyet dinlediği zaman baygınlık geçirirdi. Bir gün eline bir saman çöpü aldı ve, "Keşke adı anılmaya değer biri olmasaydım" dedi. Hz. Ömer (r.a) o kadar çok ağlardı ki gözlerinden akan yaşlar yanaklarında iki siyah hat meydana getirmişti.

Resûl-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyuruyor :

"Memeden çıkan süt tekrar çıktığı yere dönmedikçe, Allah korkusundan ağlayan kişi de cehenneme girmez." (Nesâî)

ŞİFALI BİTKİ: ADA ÇAYI

ŞİFALI BİTKİ: ADA ÇAYI
19 OCAK 2010 SALI


Ada çayı tüm bedeni güçlendirir.

Hastalık sonrası güçsüzlüge karsı hastanın toparlanmasına yardımcı olur.

Kanı temizler, hasta karacigeri de olumlu etkiler.

Mideyi ve bagırsakları rahatlatır, balgam söker, gazların çıkarılmasını saglar.

Bunlar için günde iki su bardagı ada çayı içilmelidir.

18 Ocak 2010 Pazartesi

"AHDE VEFA ÎMÂNDANDIR"

"AHDE VEFA ÎMÂNDANDIR"
18 OCAK 2010 PAZARTESI

Îmânın insana kazandırdığı güzel ahlaktan biri de ahde vefâdır. Akid ve ahid; söz verme, taahhüd etme, anlaşma yapma mânâlarına gelmektedir. Vefa ise veri­len sözü yerine getirmek, borcu ödemek, dostlukta se­bat göstermek gibi mânâlara gelmektedir.

Kur'ân-ı Kerîm'de birçok âyette kulların Allâhü Teâlâ ile olan ahitlerini (sözlerini) yerine getirmesi emredilmiş, Allâhü Teâlâ ile yapılan muahedeye sâdık kalanlara bü­yük mükâfat va'd edilmiş, bu ahitleri yerine getirmeyen­lerin ise elem veren bir azaba uğrayacakları beyân edilmiştir. Aynı zamanda Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadîs-i şerîflerde kâmil müminlerin vasıfları sayılırken onların söz verdikleri vakit ahdini yerine getiren vefakârlar olduğu ifâde edilmiştir.

Âyet-i kerîmelerde yerine getirilmesi istenilen ahitler, Allah'ın emirleri ve dînî hükümleri, insanların Allâhü Teâlâ'ya adakları ve yeminleri ve müslümanların kendi aralarındaki emanetleri ve diğer anlaşmaları, hatta müslüman olmayanlara verilen söz ve emânetleri de içerisine almaktadır.

Resûlullâh (s.a.v.), ahde gösterdiği vefa ve emânet­lere riâyeti sebebiyle düşmanları tarafından bile "Emîn" diye isimlendirilmiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hadîs-i şerîflerinde ahde vefayı îmândan saymış, buna aykırı hareket etmeyi ise münafıklık alâmeti olarak ifâde buyurmuştur.

O insanlara karşı da son derece vefakâr idi. Hz. Aişe (r.anhâ) şöyle anlatır: Bir defasında Resûlullâh (s.a.v.) benim yanımda iken eve ihtiyar bir kadın geldi. Resûlul­lâh (s.a.v.) onun kim olduğunu sorarak öğrendikten son­ra o kadına "Nasılsınız, hâliniz nasıl?" diyerek hâl hatır sordu. Kadın "Anam babam sana feda olsun ey Allah'ın resulü, iyiyim" diye cevap verdi. Kadın gittikten sonra bu kadına neden böyle çok ikramda bulunduğunu sordum. "Ey Âişe! Bu kadın Hadîce hayatta iken bize gelir gider­di. Ahde vefa îmandandır.'' buyurdular.

İKİ TESLİMİYET NÜMÛNESİ

İKİ TESLİMİYET NÜMÛNESİ
18 OCAK 2010 PAZARTESI

Sa'du'l-Eslemî (r.a.) Resûlullâh (s.a.v.)'a gelip selam verdi ve: 'Ey Allah'ın Resulü! Siyah ve çirkin oluşum cenne­te girmeme mâni olur mu?' diye sordu. Resûlullâh (s.a.v.): "Hayır, nefsim kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, sen Allah azze ve celle'den korkup, onun peygamberi­nin getirdiklerine îman ettikçe mâni olmaz." buyurdu.

Sa'd (r.a.): Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muham­med (s.a.v.)'in onun kulu ve resulü olduğuna şehâdet ede­rim. Benim lehime ve aleyhime ne var, ey Allah'ın Resulü! dedi. Resûlullâh (s.a.v.): Bu topluluk için geçerli olan her şey senin için de geçerlidir. Sen onların kardeşisin. Sa'd (r.a.): Senin yanında olan ve olmayan herkese evlenmek için başvurdum. Ama yüzüm çirkin ve siyah olduğu için beni geri çevirdiler. Resûlullâh (s.a.v.): "Ömer bin Vehb'e git. Ka­pısını çal, selâm ver. İçeri girince "Allah'ın peygamberi beni sizin kızınızla evlendirdi, de." buyurdu. Ömer bin Vehb İs­lâm'a yeni girmiş sert mizaçlı bir zat idi. Onun güzel ve akıllı bir genç kızı vardı.

Sa'd (r.a.), Resûlullâh'ın (s.a.v.) emrettiğini yaptı. Gittiği aile onu çirkin bir şekilde geri çevirdiler. Sa'd geri çıkmıştı ki Hz. Sa'd'in kızı odasından çıkarak "Ey Allah'ın kulu! Dön, eğer Allah'ın peygamberi beni seninle evlendirdi ise, ben Allah ve Resulünün razı olduğu şeye razıyım" dedi. Sonra babasına "Vahiy gelip, seni rezil etmeden kendini kurtar, kendini kurtar." dedi.

Bunun üzerine babası kalkıp Resûlüllah'a (s.a.v.) geldi. Resûlullâh (s.a.v.): Benim gönderdiğim kişiyi sen mi geri çevirdin? Adam: Evet, onu ben yaptım. Fakat Allah'tan beni bağışlamasını istedim. Biz onu yalan söylüyor zannet­miştik. Kızımı onunla evlendirdik, dedi. Resûlullâh (s.a.v.) Hz. Sa'd'a "Hanımının yanına git" dedi. O da hanımına bir şeyler almak için çarşıya gittiğinde müslümanların acele harbe çağrılması üzerine hemen savaşa gitti ve hiç durma­dan savaştı ve nihayet, şehit oldu. Resûlullâh (s.a.v.) onun yanına gelerek başını kucağına koydu. Sonra silâhını ve atını hanımına gönderdi ve "Onlara söyleyin; Allah onu sizin kızınızdan daha hayırlısı ile (hûrîlerle) evlendirdi. İşte bu da mîrasıdır." buyurdu. (Radıyallâhü anh)

EN HAYIRLI ASIR: SAHÂBE-İ KİRAM ASRI

EN HAYIRLI ASIR: SAHÂBE-İ KİRAM ASRI
18 OCAK 2010 PAZARTESI

Sahâbe-i Kirâm'ın Resûlullâh (s.a.v.) ile ilk sohbetlerinde elde ettikleri makam, ümmetin diğer velîlerinin en son mer­tebede ancak bir nebzesini elde edebildiği makamdır. Bu sebepledir ki, Hz. Hamza'yı (r.a.) öldüren Hz. Vahşî (r.a.), tabiînin en hayırlısı olan Üveysü'l-Karanî'den daha üstün­dür. Bu fazîlet, İslâm'a ilk girdiği sırada bir kere de olsa öncekilerin ve sonrakilerin efendisi olan Peygamber Efen­dimizin (s.a.v.) sohbeti şerefi ile şereflendiği içindir. Hz. Vahşî'nin, beşeriyetin efendisi Resûlullâh (s.a.v.) ile bera­ber ilk sohbetinde elde ettiği makam, Üveysü'l-Karanî'ye, ulaştığı son mertebede dahi verilmemiştir. Bu hususiyet sebebiyledir ki ashâb-ı kiramın asrı en hayırlı asır olmuştur.

Abdullah b. Mübârek'e (r.h.) "Hz. Muâviye mi daha fazi­letlidir, yoksa Ömer bin Abdülazîz mi?" diye sorulduğunda "Resûlullâh (s.a.v.) ile beraberken Muâviye'nin (r.a.) atının burnuna giren toz, Ömer bin Abdülaziz'den şu kadar daha hayırlıdır." demiştir.
(Mektubat-ı İmam Rab­bani 66. mektubdan)

HANIMLARIN HAKLARI

HANIMLARIN HAKLARI
18 OCAK 2010 PAZARTESI

Birgün bir kişi hanımını şikâyet etmek için Hz. Ömer'in (radıyallâhü anh) evine gitmişti. Kapının önüne gelince, içeride hanımı Ummü Gülsüm'ün Hz. Ömer'e çok söz söylediğini, Hz. Ömer'in ise hiç cevap vermediğini duyup kendi kendine, ben hanımımı şikâyete geldim. Hz. Ömer de hanımından söz işitiyor. Ben de artık evime gideyim, derken Hz. Ömer (r.a.) dışarı çıktı. 'Ne için gelmiştin,' diye sordu. Efendim, hanımımdan şikâyete gelmiştim. Size söylenenleri duyunca geri dönüyorum, dedi.

Hz. Ömer (r.a.) "Hanımımı, üzerimde olan şu hakları se­bebiyle affederim: Nefsim onunla sakin olup haramlardan kurtulur, Cehennem ile benim aramda perdedir, ben evde olmayınca evimin bekçisidir, çamaşırlarımı yıkar, çocukla­ra bakar, ekmeğimi yapar, yemeğimi pişirir. Onun üzerim­deki bu hakları, onu azarlamaktan beni alıkoyar." buyurdu. O şahıs, 'Doğrusu, benim hanımımın da benim üzerimde bu hakları vardır. Ben de onu affettim,' dedi.

YAKIN OLAN HAKİKAT

YAKIN OLAN HAKİKAT
18 OCAK 2010 PAZARTESİ

İmam Gazâlî (rah) insanların uzun yaşama arzularını ve bundan uzaklaşmak gerektiğini şöyle ifade ediyor :

Bazı insanlar dünyada ebedî olarak kalmayı ister ve buna arzu duyar. Bunların durumu hakkında âyet-i kerimede şöyle buyrulur:

"... (Onlardan) her biri bin yıl yaşamayı arzular" (Bakara 2/296)

Kimileri yaşlanıncaya kadar gördüğü en ihtiyar insanlar kadar yaşamayı ister. Bunlar dünyaya karşı aşırı muhabbet besleyenlerdir. Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur :

"İhtiyar kimse yaşlılıktan dolayı boyun kemikleri birbirine geçse dahi o, dünya sevgisinde gençtir. Ancak takva sahipleri böyle değildir. Onlar ise pek azdır." (Buhari)

Nitekim Resûlullah (s.a.v) su döktükten sonra suya yakın olmasına rağmen hemen oracıkta teyemmüm almış, bunun nedenlerini soranlara da, "Belki suya ulaşamam diye (böyle yaptım)" demiştir. (Ahmed bin Hanbel)

17 Ocak 2010 Pazar

O'NUN (c.c) GÜZEL İSİMLERİNDEN: el-MELİK

O'NUN (c.c) GÜZEL İSİMLERİNDEN: el-MELİK
17 OCAK 2010 PAZAR


el-MELİK: Bütün mahlûkatin hakiki sahibi ve mutlak hükümdaridir. Allah'in (c.c), ne zatinda ne de sifatinda hicbir varliga ihtiyaci yoktur. Bilakis hersey varliginda ve varliginin devaminda O'na muhtactir. Bütün kâinatin hakiki sahibi ve mâliki O'dur. Bütün mülk O'nundur.

16 Ocak 2010 Cumartesi

Das Leben des Propheten Muhammad

Das Leben des Propheten Muhammad
16 JANUAR 2010 SAMSTAG

Schon das Leben des Propheten Muhammad vor seiner Prophetenschaft beweist, dass er der von Gott Gesandte ist, und kündigt seine Prophetenschaft an:

Die außergewöhnlichen Dinge, die sich in der Nacht seiner Geburt ereigneten, sein besonderer Charakter, der sich bereits in seiner Kindheit abzeichnete, und die bedeutungsvollen Zeichen, die Menschen mit Einsicht an ihm beobachteten - sie alle wiesen darauf hin, dass Muhammad in Zukunft eine wichtige Mission zu erfüllen haben würde. [1]


Schon vor seiner Prophetenschaft setzte er sich gegen Ungerechtigkeiten zur Wehr und schloss sich Organisationen wie dem Hilf al-Fudul (Bündnis der Neugierde) an, die die Hilfsbedürftigen unterstützten und ihnen zu ihrem Recht verhalfen.

Trotz seiner edlen Abstammung schwelgte er nie im Luxus. Er wuchs als Waisenkind unter dem Schutz zunächst seines Großvaters und später seines Onkels auf. Mit dem Geld, das er durch den Handel, den er vor und nach seiner Heirat trieb, verdiente, unterstützte er Waisen, Witwen und mittellose Menschen. Deshalb häufte er auch keine Reichtümer an und hatte keine einflussreichen Förderer hinter sich.

Obwohl sein Volk moralisch verkümmert war, führte er ein außerordentlich keusches, diszipliniertes und tugendhaftes Leben. In seiner Kindheit beabsichtigte er nur zwei Mal, an Hochzeitsfeiern teilzunehmen. Aber bei beiden Anlässen wurde er vom Schlaf übermannt. (Also fiel sein Blick bei diesen Gelegenheiten auch nicht auf unschickliche Dinge und Bräuche, die der Islam später verbot.) Im Alter von 25 Jahren heiratete er Khadidscha, eine angesehene Witwe, die 15 Jahre älter war als er. Erst nach ihrem Tod, 25 Jahre später, heiratete er erneut. Diejenigen, die ihn kannten, sagten, dass er so schüchtern wie ein junges Mädchen war, wenn man ihm Heiratsangebote unterbreitete.
Muhammad's Kindheit und Jugend waren ein Prolog seiner Prophetenschaft. Sogar seine erbittertsten Feinde nannten ihn ‚der Vertrauenswürdige', denn niemand konnte abstreiten, dass er absolut aufrichtig und vertrauenswürdig wahr. Die Leute erzählten sich über ihn: "Wenn du dich auf eine Reise begibst, kannst du Muhammad ohne zu zögern deine Familie und deinen Besitz anvertrauen." Als die Kaaba einmal durch Regen und daraus resultierende Überschwemmungen teilweise zerstört worden war, bauten die Quraysch sie wieder auf. Der Augenblick nahte, an dem der Schwarze Stein an seinen Platz zurückgelegt werden musste. Der Person oder dem Stamm, der diese Aufgabe übernehmen würde, würde eine große Ehre zuteil werden; denn der Schwarze Stein wurde als heilig verehrt. Um eine Auseinandersetzung um diese Ehre zu vermeiden, erklärten sich alle damit einverstanden, Muhammad entscheiden zu lassen, wem sie gebühre. Er bat sie, ein Stück Tuch herbeizubringen, das er auf dem Boden ausbreitete. Dann legte er den Schwarzen Stein darauf und befahl den Anführern der Stämme, jeweils einen Zipfel des Tuchs in die Hand zu nehmen. Auf diese Weise hoben sie den Stein auf die erforderliche Höhe. Dort nahm ihn der künftige Gesandte Gottes selbst in die Hand und legte ihn an seinen Platz.

Muhammad war Analphabet. Zeit seines Lebens nahm er bei niemandem Unterricht, und keine Schriftkultur übte Einfluss auf ihn aus. Um sein vierzigstes Lebensjahr herum begann er, sich gelegentlich in die Höhle Hira zurückzuziehen. Eines Tages kam er mit einer neuen, vollkommen authentischen Botschaft als Heilmittel für die Wunden der Menschheit wieder hervor, und forderte alle literarischen Genies heraus, etwas Ähnliches zu Wege zu bringen.

Niemand unter seinen Feinden wagte es, ihn der Lüge oder des Betrugs zu bezichtigen. Um die Verbreitung seiner Botschaft zu behindern, bezeichneten sie ihn als Dichter, als Zauberer oder als Verrückten. Gelegentlich rechtfertigten sie ihre Ablehnung seiner Botschaft mit falschen Ausreden wie dieser: "Wäre dieser Koran doch nur einem der bedeutenden Männer der beiden Städte (Mekka und Ta'if) offenbart worden!"

Wie hätte ein 40-jähriger Mann, den seine Gemeinschaft für absolut aufrichtig und ehrenhaft hielt und der zu keiner Zeit irgendwelche moralischen oder intellektuellen Mängel hatte erkennen lassen, plötzlich und unerwartet zu einem Lügner werden sollen, der sein Volk mit böser Absicht betrügt, ohne jemals dabei ertappt zu werden. Selbst seine erbittertsten Feinde, die ihn schon jahrelang kannten, warfen ihm das nicht vor. Sie konnten ihm nie eine Lüge nachweisen, kamen seiner Forderung, ein dem Koran ähnelndes Dokument hervorzubringen, nicht nach und konnten ihn nicht in Misskredit bringen. Nach Jahren vergeblichen Widerstandes, der von niederen und selbstsüchtigen Motiven gesteuert war, akzeptierten schließlich sogar seine ärgsten Feinde wie Safwan ibn Umayya, Abu Sufyan ibn Harb, Amr ibn Al-As, Ikrima ibn Abi Dschahl und andere die Wahrheit seiner Botschaft.

Auch nachdem Muhammad das Amt des Propheten angetragen worden war, änderte er sein Leben nicht:

Wenn der Prophet Muhammad selbstsüchtige Vorstellungen und Absichten gehegt hätte, warum hätte er dann bis zu seinem 40. Lebensjahr warten sollen, um seinen Anspruch, ein Prophet zu sein, zu verkünden?

Bis zu seinem 40. Lebensjahr hatte niemand von ihm je eine rhetorisch anspruchsvolle Rede, Gespräche über religiöse und metaphysische Themen oder Formulierungen irgendwelcher Gesetze gehört. Auch hatte niemand je gesehen, dass er ein Schwert führte. Wie hätte sich dieser zurückhaltende ruhige und völlig unpolitische Mann so plötzlich in den größten Reformer, den die Welt jemals gekannt hat, verwandeln können? Er deutete die kompliziertesten Probleme der Metaphysik und der Theologie, hielt Reden über die Prinzipien des Niedergangs und Falls von Nationen und gab ethische Grundregeln vor. Er formulierte Gesetze für soziale Kultur, ökonomische Organisation, Gruppenverhalten und internationale Beziehungen. Er verwandelte sich mit einem Mal in einen so mutigen Soldaten, dass er sich auch in den heftigsten Kämpfen nie zurückzog. Er veränderte die Denkweise, Weltsicht, Glaubensauffassungen, Gewohnheiten und Moralbegriffe der Menschen.

In der einzigartigen Persönlichkeit des Propheten Muhammad verschmelzen viele unterschiedliche Rollen mit seiner eigenen Vortrefflichkeit. Er ist ein Mann der Weisheit und der Voraussicht, eine lebende Verkörperung seiner eigenen Lehren. Er ist ein hervorragender Staatsmann und ein militärisches Genie. Er ist ein Gesetzgeber und ein Lehrer moralischer Werte. Er ist eine schillernde spirituelle Persönlichkeit und ein religiöser Lehrmeister. Seine Vision schließt alle Aspekte des Lebens mit ein; und alles, was er berührt, wird besser und schöner. Seine Lehren regeln internationale Beziehungen ebenso wie die Gewohnheiten des täglichen Lebens: Essen, Trinken, Schlafen und Körperhygiene. Auf der Grundlage seiner Lehren gründete er eine Zivilisation und eine Kultur, die ein unglaublich feines, sensibles und vollkommenes Gleichgewicht in allen Aspekten des Lebens schufen, das nicht die geringste Spur irgendeines Makels, irgendeines Mangels oder irgendeiner Unvollständigkeit aufweist. Welche Fehler und Unzulänglichkeiten wirft man ihm vor, dass man seinen rechtmäßigen Rang als Prophet und Gesandter Gottes leugnet?

Muhammad lebte wie die Ärmsten seines Volkes. Alles, was er besaß, gab er für die Verbreitung seiner Botschaft hin. Trotz seiner Größe war sein Verhalten das eines bescheidenen und ganz gewöhnlichen Menschen. Er strebte nie nach materiellem Reichtum oder nach Profit und hinterließ seinen Erben kein Vermögen. Er bat seine Gefährten auch nicht darum, ihm oder seinen Nachkommen irgendwelche Reichtümer beiseite zu schaffen; ja, er untersagte seiner Familie und seiner Nachkommenschaft sogar, die Zakat (Sozialabgaben) anderer Menschen für sich in Anspruch zu nehmen.

Muhammad war überaus barmherzig. In Mekka zwang ihn die ständige Schikanierung, nach Medina zu emigrieren. Als er aber nach 5 Jahren Krieg Mekka schließlich ohne Blutvergießen eroberte, verzieh er all seinen Feinden, sogar den Heuchlern und den Ungläubigen. Zwar wusste er, wer die Heuchler waren, ihre Identität gab er jedoch nie preis; daher kamen auch sie in den Genuss der vollen bürgerlichen Rechte, zu denen das Glaubensbekenntnis und das Praktizieren des Glaubens ihnen einen Zugang verschafften.

Kindern gegenüber war der Prophet Muhammad besonders liebevoll. Immer wenn er Kinder weinen sah, setzte er sich an ihre Seite und nahm an ihren Gefühlen Anteil. Er empfand die Sorge der Mütter um ihre Kinder stärker, als die Mütter selbst es taten. Einmal sagte er: Ich stehe im Gebet und möchte es verlängern. Als ich aber ein Kind weinen höre, kürze ich das Gebet um seiner Mutter willen, die in der Gemeinschaft betet, ab. Er pflegte Kinder in den Arm zu nehmen und an sich zu drücken. Manchmal trug er sie auf der Schulter. Was Tiere betrifft, so erwähnte er einmal, dass eine Prostituierte von Gott zur Wahrheit geleitet wurde und schließlich ins Paradies kam, weil sie einem armen, vor Durst sterbenden Hund Wasser gegeben hatte; eine andere Frau hingegen sei zu Höllenqualen verdammt worden, weil sie eine Katze hatte verhungern lassen.

Der Prophet Muhammad war ein sehr sanfter Mensch, der nie etwas persönlich nahm. Er war niemals wütend auf jemanden, der ihm etwas angetan hatte. Als einige Leute seine Frau Aischa einmal verleumdeten, verzichtete er auf ihre Bestrafung, nachdem Aischa entlastet wurde. Oft kamen Beduinen zu ihm und benahmen sich unmanierlich; er aber runzelte noch nicht einmal die Stirn.

Der Prophet war auch ein sehr großzügiger Mensch, dem es gefiel, alles, was er besaß, zu verteilen. Nachdem ihm die Prophetenschaft übertragen worden war, stifteten er und seine wohlhabende Frau Khadidscha all ihre Besitztümer für die Sache Gottes. Als Khadidscha starb, hatten sie noch nicht einmal genug Geld, um ein Leichentuch zu kaufen; und der Gesandte Gottes musste sich Geld leihen, um den ersten Menschen, der sich zum Islam bekannt hatte, seinen ersten Anhänger, begraben zu können.

Dem Propheten zufolge ist die Welt wie ein Baum, unter dem Menschen sitzen, die auf einer langen Reise Schatten suchen. Niemand kann ewig in dieser Welt leben, und deshalb müssen die Menschen in ihr die notwendigen Vorbereitungen für den zweiten Teil der Reise treffen, der sie entweder ins Paradies oder in die Hölle führen wird. Die Aufgabe des Gesandten Gottes bestand darin, die Menschen mit allen ihm zur Verfügung stehenden Mitteln zur Wahrheit zu führen; und diese Aufgabe erfüllte er. Umar sah ihn einmal auf einer rauen Matte liegen, worauf er weinte und sagte:

"O Gesandter Gottes! Während Könige in weichen Federbetten schlafen, liegst du auf einer harten Matte. Du bist der Gesandte Gottes und verdienst es mehr als jeder andere Mensch, ein angenehmes Leben zu führen. Der Gesandte Gottes entgegnete: Bist du nicht damit einverstanden, dass der Prunk dieser Welt ihnen gehört, der der nächsten Welt aber uns?"

Der Islam empfiehlt kein mönchisches Leben. Er kam, um Gerechtigkeit und das Wohlergehen der Menschheit zu gewährleisten, warnt die Menschen andererseits aber auch vor übermäßigem Luxus. Aus diesem Grund haben sich viele Muslime für eine asketische Lebensweise entschieden. Obwohl die Mehrheit der Muslime nach dem Tod des Gesandten zu Wohlstand kam, wählten einige von ihnen wie z.B. die Kalifen Abu Bakr, Umar und Ali ein karges Leben; zum einen, weil sie dies selbst für richtig hielten, und zum anderen, um dem Vorbild des Propheten zu folgen.

Der Prophet Muhammad war ein sehr bescheidener Mensch. Mit jedem höheren Rang, den er erklomm, wuchsen auch seine Demut und Dienstbereitschaft gegenüber Gott. Er war lieber ein Diener-Prophet als ein König-Prophet.

Beim Bau der Moschee in Medina trug er je zwei von der Sonne getrocknete Ziegelsteine, als alle anderen nur einen trugen. Beim Ausheben eines Grabens um Medina, der während des Grabenkrieges der Verteidigung der Stadt diente, banden sich die Gefährten, um den Hunger nicht zu spüren, einen Stein um den Bauch; der Gesandte jedoch band sich zwei um, weil er noch viel hungriger als alle anderen war. Als ein Mann einmal auf Grund des Ehrfurcht gebietenden Erscheinungsbilds Muhammad's zu zittern begann, beruhigte ihn der Gesandte: Bruder! Hab keine Angst! Ich bin ein Mensch wie du, dessen Mutter trockenes Brot zu essen pflegte. Einmal zog ihn eine geistesgestörte Frau an der Hand mit sich und sagte: "Komm mit mir und erledige meine Hausarbeit!" Der Gesandte Gottes kam ihrem Wunsch nach. Seine Frau Aischa berichtete, dass der Gesandte seine Kleidung selbst flickte, seine Schuhe ausbesserte und den Frauen bei der Hausarbeit half. Ali, der vierte Kalif beschreibt den Propheten wie folgt:

"Der Gesandte Gottes war, was das Geben betrifft, der großzügigste Mensch. In puncto Geduld und Ausdauer war er der Beharrlichste. Er führte das aufrichtigste Wort, war ein zuverlässiger Kamerad und opferte sich für die Familie auf. Wer ihn zum ersten Mal sieht, wird von Ehrfurcht vor ihm ergriffen, wer ihn aber sehr gut kennt, fühlt sich von ihm angezogen, und wer den Versuch unternimmt ihn zu beschreiben, sagt: ‚Ich habe weder vor ihm noch nach ihm jemals jemanden wie ihn gesehen.''

Was sonst, wenn nicht die Übermittlung der Botschaft Gottes und die Übernahme des Amtes der Prophetenschaft hätte ihn dazu veranlassen können, ein so karges Leben zu führen? Welches überzeugende Argument ließe sich gegen seine Prophetenschaft vorbringen?

--------------------------------------------------------------------------------

[1] In der Nacht seiner Geburt kippten beispielsweise die meisten Götzenbilder in der Kaaba um. Der Palast des sassanidischen Herrschers wackelte und bekam Risse, und seine vierzehn Spitztürme stürzten ein. Der kleine See von Sawa in Persien versickerte im Boden, und das Feuer, das von den Magiern in Istakhrabad angebetet wurde und 1.000 Jahre lang ständig gebrannt hatte, erlosch. [Anm. d. Übers.]

HZ. FÂTİH'İN HOCASI AKŞEMSEDDÎN (K.S.)

HZ. FÂTİH'İN HOCASI AKŞEMSEDDÎN (K.S.)
16 OCAK 2010 CUMARTESI


Akşemseddîn hazretleri'nin ismi Muhammed bin Hamza'dır. İslâmın ilk halifesi Hz. Ebû Bekr'is-Sıddîk (r.a.) Haz­retlerinin neslinden olup, 1389 (H. 792)'da Şam'da dün­yâya geldi. Yedi yaşında iken Kur'ân-ı Kerîm'i hatmetti. Tahsilini Osmancık ve Amasya'da tamamladı. Aynı yer­deki medreseye müderris oldu. Bir müddet sonra Hacı Bayrâm-ı Velî hazretlerine intisâb etti ve ondan hilâfet alarak Göynük'e vardı, bir değirmen kurdu ve bu yolla maîşetini temin ederken, diğer taraftan halkı irşada başladı.

Tıb ilminde de mahir olan Akşemseddîn hazretleri hastalıklara hangi bitkilerin ilaç olduğunu bilirdi. Bu hu­sustaki ilmi pek meşhur idi. Hastalıkların gözle görülme­yecek kadar ufak canlı tohumlar (mikroplar) ile yayıldı­ğından ilk olarak bahseden odur. Akşemseddîn hazret­leri, kanseri de araştırmıştır. Tıptaki şöhreti o dereceye vardı ki birkaç defa Edirne sarayına çağrıldı. Fâtih'in hocalığını yaptı, İstanbul'un fethinde bulundu ve Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin (r.a.) kabrini keşfetti. İstanbul'un fet­hinden sonra tekrar memleketi Göynük'e döndü ve ora­da vefat eyledi. (Kuddise sirruhû)

Buyurdular ki: "Velî, insanlardan gelen sıkıntılara kat­lanıp, tahammül eden kimsedir. Sıkıntıları göğüsler, belâlar yüzünden şikâyetçi olmaz ve kin beslemez, düş­manlık göstermez. O, toprak gibidir. Toprağa her türlü kötü şey atılır. Fakat topraktan hep güzel şeyler biter."

GÖKLERDE AHMED YERDE MUHAMMED (S.A.V)

GÖKLERDE AHMED YERDE MUHAMMED (S.A.V)
16 OCAK 2010 CUMARTESI

Hz. Âdem (a.s), arş-ı a'lâda bir nur ile "Ahmed" ismini yazılı gördü. Sordu : "Yâ Rabbi, bu nur nedir? " Allah Teâlâ buyurdu :

"Bu senin zürriyetinden bir peygamberin nurudur ki onun ismi göklerde Ahmed ve yerlerde Muhammed'dir. Eğer o olmasaydı seni yaratmazdım." (Kastallâni)

İmanımızla kabul ettiğimiz bu muazzam gerçeği, o nurun sahibi de bütün açıklığıyla ifade buyurmuşlardır.

Bir gün sahabeden Abdullah bin Câbir (r.a),

"Yâ Resûlallah, Allah'ın her şeyden evvel yarattığı şey nedir? " dedi. Şu cevabı aldı :

"Her şeyden evvel senin peygamberinin nurunu, kendi nurundan yarattı. Nur Allah'ın kudreti ile dilediği gibi gezerdi. O zaman ne levh-i mahfûz, ne kalem, nede cennet, ne cehennem, ne melek, ne sema, ne arz, ne güneş, ne ay, ne insan, ve nede cin vardı. " (Kastallani)

BERCESTE

BERCESTE
16 OCAK 2010 CUMARTESI

Bir kimsenin haksızlığa uğraması nasıl bir zulüm ise,
insanın kendini azaba müstehak bir hale getirip cehennem ateşine atması da zulümlerin en büyüğüdür."
(Abdülhakim el-Hüseynî k.s.)