2012 yilinin son yazisi
Sevgili ziyaretciler 2012 yilinda mart ayindan sonra paylasimim olmamisti uzun bir aradan sonra bugün tekrar girmis oldum. Umarim bundan sonra paylasimlarim zaman buldukca yine devam eder.
Saygilarimla
Blog Editörü
31 Aralık 2012 Pazartesi
ÎMAN NEDİR ?
ÎMAN NEDİR ?
Îman, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) Allâhü Teâlâ tarafından getirip tebliğ buyurduğu hususları, hiç tereddüd etmeden tasdik etmektir.
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) tebliğ buyurduklarının temeli; (imanın şartları): Allâhü Teâlâ’ya, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kaza ve kadere iman etmektir.
Her müminin, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) tebliğ ettiği hususları tamamen tasdik etmesi lazımdır. Bunlardan birinde tereddüd ve şüphe etmek, iman şerefinden mahrum bırakır.
Mesela, Kur'ân-ı Kerîm Allâh’ın kelâmıdır, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) gönderilmiş ve ondan bize tevâtüren (yalan üzerinde ittifakları tasavvur olunamayan bir topluluğun rivayeti ile) gelmiştir. Bunu hiç tereddüt etmeden kabul etmek lazımdır.
Yine Kur'ân-ı Kerîm'in kat'î olarak ve sarahaten; açıkça ifade ettiği hükümleri, haberleri ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) peygamberliğini, öldükten sonra dirilmenin hak olduğunu; namaz, oruç, zekât ve haccın farz olduğunu; hırsızlık, zina ve şarap içmenin haram olduğunu hiç şüphesiz kabul etmek lazımdır. Bunlardan herhangi birini kabul etmeyen derhal iman şerefinden mahrum kalır.
Îman kat’i sûrette kalb ile inanmaktan ibaret olunca, fazlalık ve noksanlığı kabul etmez. Bununla beraber, zühd ve takva sahibi ile günahkâr kimselerin imanındaki nur bir değildir.
Salih ameller ile kalb nurlanır, itikad kuvvetlenir; günahlarla da kalb kararır, itikad gevşer, zayıflar, iman nurunu kaybeder. Bu halin devamı imansız gitmeye sebep olabilir.
En büyük bir nimet olan imanı güzelce muhafaza için Allâhü Teâlâ’nın emirlerine riayet edip yasaklarından kaçınmak her mümin için lazımdır. Dinin farzlarından birini terk etmek veya yasaklardan birini işlemekle bir kişi iman dairesinden çıkmaz, ancak imanını tehlikeye düşürmüş olur.
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) tebliğ buyurduklarının temeli; (imanın şartları): Allâhü Teâlâ’ya, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kaza ve kadere iman etmektir.
Her müminin, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) tebliğ ettiği hususları tamamen tasdik etmesi lazımdır. Bunlardan birinde tereddüd ve şüphe etmek, iman şerefinden mahrum bırakır.
Mesela, Kur'ân-ı Kerîm Allâh’ın kelâmıdır, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) gönderilmiş ve ondan bize tevâtüren (yalan üzerinde ittifakları tasavvur olunamayan bir topluluğun rivayeti ile) gelmiştir. Bunu hiç tereddüt etmeden kabul etmek lazımdır.
Yine Kur'ân-ı Kerîm'in kat'î olarak ve sarahaten; açıkça ifade ettiği hükümleri, haberleri ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) peygamberliğini, öldükten sonra dirilmenin hak olduğunu; namaz, oruç, zekât ve haccın farz olduğunu; hırsızlık, zina ve şarap içmenin haram olduğunu hiç şüphesiz kabul etmek lazımdır. Bunlardan herhangi birini kabul etmeyen derhal iman şerefinden mahrum kalır.
Îman kat’i sûrette kalb ile inanmaktan ibaret olunca, fazlalık ve noksanlığı kabul etmez. Bununla beraber, zühd ve takva sahibi ile günahkâr kimselerin imanındaki nur bir değildir.
Salih ameller ile kalb nurlanır, itikad kuvvetlenir; günahlarla da kalb kararır, itikad gevşer, zayıflar, iman nurunu kaybeder. Bu halin devamı imansız gitmeye sebep olabilir.
En büyük bir nimet olan imanı güzelce muhafaza için Allâhü Teâlâ’nın emirlerine riayet edip yasaklarından kaçınmak her mümin için lazımdır. Dinin farzlarından birini terk etmek veya yasaklardan birini işlemekle bir kişi iman dairesinden çıkmaz, ancak imanını tehlikeye düşürmüş olur.
SABRIN SONU SELÂMET
SABRIN SONU SELÂMET
İmâm Suyûtî (r.h.) şöyle anlattı:
“Yûsuf bin Zenâtî, Resûlullâh Efendimiz Hazretleri’nin hânedânından bir hanımdan nakletti:
“Ben Medîne’de kalıyordum. Hizmetlilerden bazıları bana eziyet ediyorlardı. Ben Peygamber Efendimiz’den yardım istedim.
Mübârek ravzasından, “Senin benden alacağın örnek yok mudur? Benim sabrettiğim gibi sabret.” buyurdu.
Benim içimdeki sıkıntı kayboldu, gözüm hizmetlilerin yaptıklarını görmez oldu. Bana eziyet eden üç hizmetli de sonra öldüler.
“Yûsuf bin Zenâtî, Resûlullâh Efendimiz Hazretleri’nin hânedânından bir hanımdan nakletti:
“Ben Medîne’de kalıyordum. Hizmetlilerden bazıları bana eziyet ediyorlardı. Ben Peygamber Efendimiz’den yardım istedim.
Mübârek ravzasından, “Senin benden alacağın örnek yok mudur? Benim sabrettiğim gibi sabret.” buyurdu.
Benim içimdeki sıkıntı kayboldu, gözüm hizmetlilerin yaptıklarını görmez oldu. Bana eziyet eden üç hizmetli de sonra öldüler.
PEYGAMBERİMİZ’İN BİR TAVSİYESİ
PEYGAMBERİMİZ’İN BİR TAVSİYESİ
Bir adam Peygamber Efendimiz'e (s.a.v.) gelerek ‘Bana bir tavsiyede bulun yâ Resûlallâh!’ dedi.
Resûlullâh (s.a.v.) “Öfkelenme!” buyurdu. Adam birkaç defa tekrar sordu.
Resûlullâh (s.a.v.) her defasında “Öfkelenme!” buyurdular. …(Mek. İ. Rabbânî (k.s.) 1/98)
Resûlullâh (s.a.v.) “Öfkelenme!” buyurdu. Adam birkaç defa tekrar sordu.
Resûlullâh (s.a.v.) her defasında “Öfkelenme!” buyurdular. …(Mek. İ. Rabbânî (k.s.) 1/98)
RESÛLULLÂH'iN MÜBAREK İSMİNİ ANMAK
RESÛLULLÂH'IN MÜBAREK İSMİNİ ANMAK
Hz. Âdem, oğlu Şît aleyhisselâma şöyle tavsiye etti:
“Ey oğul! Sen benden sonra benim halîfemsin. Yerime geçtiğinde en sağlam tutamak (kulp) olan takvâya sarıl. Ne zaman Allâh’ın adını ansan yanında Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)in adını da an. Zira ben arşın ayaklarında ve göklerde gittiğim her yerde onun ismini yazılı buldum. Rabbim beni cennetine yerleştirdiğinde onun adı yazılı olmayan bir köşk yahut oda görmedim. Muhammed aleyhisselâmın ismi hûrilerin boynunda, cennet ağaçlarının, hatta Tûbâ ağacının yapraklarında, Sidre-i Müntehâda, perdelerin her yerinde ve meleklerin gözleri arasında yazılı idi.
Sen onun adını dâima an, zira melekler hep onu anarlar.”
ŞÜKREDEN ZENGİN, SABREDEN FAKİR
ŞÜKREDEN ZENGİN, SABREDEN FAKİR
Sabreden fakir mi şükreden zengin mi hayırlıdır ?
Bazıları ikisinin de fazilette eşit olduğunu söylemişlerdir.
Muhakkak insanlar kısım kısımdır.
Onlardan biri zengin olduğu halde dosdoğru hal üzere bulunandır. Eğer fakir olsaydı bu hal onu Allâhü Teâlâ’ya isyana götürürdü. Bu kimsenin zenginliği, kendisi için fakirliğinden daha hayırlıdır.
İkincisi, fakirlikde dosdoğru yolda iken, zenginlik hali bozarak onu isyana taşıyan kimse içinse fakirlik zenginlikten hayırlıdır.
Üçüncüsü, her ikisi de hayırlıdır. Fakirlik halinde rıza, sabır gibi vazîfeleri yerine getiren, zengin olduğunda da Allâh’ın bu nimetine şükrederek ihsanda bulunan ve malını din ve dünyası için faydalı olarak harcayan kimsedir.
Resûlullâh Efendimiz’in (s.a.v.) çoğu hâli Allâh onu Hayber, Fedek, avâlî köylerinin ve Benî Nadîr’in malı ile zengin kılıncaya kadar fakirlik üzere idi. Peygamberlere ve evliyâya gelen her gün bir öncekinden daha hayırlıdır. Resûlullâh Efendimiz (s.a.v.) son zamanlarında ise zengin idi. Lâkin o zenginlik vaktinde de fakirlik zamanında olduğu gibi gayet cömert idi.
Bazıları ikisinin de fazilette eşit olduğunu söylemişlerdir.
Muhakkak insanlar kısım kısımdır.
Onlardan biri zengin olduğu halde dosdoğru hal üzere bulunandır. Eğer fakir olsaydı bu hal onu Allâhü Teâlâ’ya isyana götürürdü. Bu kimsenin zenginliği, kendisi için fakirliğinden daha hayırlıdır.
İkincisi, fakirlikde dosdoğru yolda iken, zenginlik hali bozarak onu isyana taşıyan kimse içinse fakirlik zenginlikten hayırlıdır.
Üçüncüsü, her ikisi de hayırlıdır. Fakirlik halinde rıza, sabır gibi vazîfeleri yerine getiren, zengin olduğunda da Allâh’ın bu nimetine şükrederek ihsanda bulunan ve malını din ve dünyası için faydalı olarak harcayan kimsedir.
Resûlullâh Efendimiz’in (s.a.v.) çoğu hâli Allâh onu Hayber, Fedek, avâlî köylerinin ve Benî Nadîr’in malı ile zengin kılıncaya kadar fakirlik üzere idi. Peygamberlere ve evliyâya gelen her gün bir öncekinden daha hayırlıdır. Resûlullâh Efendimiz (s.a.v.) son zamanlarında ise zengin idi. Lâkin o zenginlik vaktinde de fakirlik zamanında olduğu gibi gayet cömert idi.
3 Mart 2012 Cumartesi
SOHBET - BAŞARININ SEBEBİ
SOHBET - BAŞARININ SEBEBİ
03 MART 2012 CUMARTESİ
Tarih boyunca, Müslümanların başarılı olma sebepleri incelenirse, bunun dine uymaktan kaynaklandığı görülür. Başarının derecesi, dinimize uymanın derecesine bağlıdır. Kim dine ne kadar uyarsa, o kadar başarılı olur. Tam uyan, tam başarılı olur. Dinimizde nelerin, nasıl yapılacağı bellidir. Bunları kusursuz uygulayanın başarısı, o nispette fazla olur.
Çok başarılı olunan zamanlardaki Müslümanların bazı özellikleri şöyleydi:
1- Onlar, dinli dinsiz herkese şefkat gösterirlerdi. Allah için buğz etmek gereken durumlar bunun dışındadır elbette. Dine düşmanlık eden olursa, onlara karşı sert olurlardı. Nitekim Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde Eshâb-ı kirâmı överken buyuruyor ki:
(Onlar birbirlerini çok severler, birbirlerine çok merhametlidirler, ama Allah düşmanlarına karşı çok çetin ve metin idiler.)
2- Bir vücut gibiydiler. Vücutta, baş da, el de, ayak da olur. Bir uzvun ağrıması bütün vücuda tesir eder. Başarı, vücudun sıhhatli olmasına bağlıdır.
3- Tek kalb gibiydiler. Aynı inancı taşırlardı, aynı sevinci, aynı üzüntüyü hissederlerdi.
4- Maksatları, gayeleri, hedefleri tekti. O da, Allahü teâlânın rızasıydı.
5- Emire itaat ederler, isyan etmezlerdi. Fitne fesat çıkarmazlardı.
6- Bir kişi daha yanmaktan kurtulsun diye, gece gündüz ihlâsla çalışırlardı.
7- Dinimize uymaya çok dikkat ederlerdi.
8- (Öyle yaşayalım ki, bizim yüzümüzden kimse Cehenneme gitmesin, Allahın kulları bize duâ etsinler, bedduâ etmesinler.) derlerdi.
9- Yalan söylemezler, gıybet, dedikodu etmezlerdi. Birbirlerine duâ ederlerdi. Gıyaben ve karşılıksız yapılan duånın makbul olduğunu bilirlerdi.
10- İyilik etmeye, duâ almaya çok önem verirlerdi.
03 MART 2012 CUMARTESİ
Tarih boyunca, Müslümanların başarılı olma sebepleri incelenirse, bunun dine uymaktan kaynaklandığı görülür. Başarının derecesi, dinimize uymanın derecesine bağlıdır. Kim dine ne kadar uyarsa, o kadar başarılı olur. Tam uyan, tam başarılı olur. Dinimizde nelerin, nasıl yapılacağı bellidir. Bunları kusursuz uygulayanın başarısı, o nispette fazla olur.
Çok başarılı olunan zamanlardaki Müslümanların bazı özellikleri şöyleydi:
1- Onlar, dinli dinsiz herkese şefkat gösterirlerdi. Allah için buğz etmek gereken durumlar bunun dışındadır elbette. Dine düşmanlık eden olursa, onlara karşı sert olurlardı. Nitekim Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde Eshâb-ı kirâmı överken buyuruyor ki:
(Onlar birbirlerini çok severler, birbirlerine çok merhametlidirler, ama Allah düşmanlarına karşı çok çetin ve metin idiler.)
2- Bir vücut gibiydiler. Vücutta, baş da, el de, ayak da olur. Bir uzvun ağrıması bütün vücuda tesir eder. Başarı, vücudun sıhhatli olmasına bağlıdır.
3- Tek kalb gibiydiler. Aynı inancı taşırlardı, aynı sevinci, aynı üzüntüyü hissederlerdi.
4- Maksatları, gayeleri, hedefleri tekti. O da, Allahü teâlânın rızasıydı.
5- Emire itaat ederler, isyan etmezlerdi. Fitne fesat çıkarmazlardı.
6- Bir kişi daha yanmaktan kurtulsun diye, gece gündüz ihlâsla çalışırlardı.
7- Dinimize uymaya çok dikkat ederlerdi.
8- (Öyle yaşayalım ki, bizim yüzümüzden kimse Cehenneme gitmesin, Allahın kulları bize duâ etsinler, bedduâ etmesinler.) derlerdi.
9- Yalan söylemezler, gıybet, dedikodu etmezlerdi. Birbirlerine duâ ederlerdi. Gıyaben ve karşılıksız yapılan duånın makbul olduğunu bilirlerdi.
10- İyilik etmeye, duâ almaya çok önem verirlerdi.
2 Mart 2012 Cuma
SOHBET - KİMİNLE OLDUĞUMUZ ÖNEMLİDİR
SOHBET - KİMİNLE OLDUĞUMUZ ÖNEMLİDİR
İmanın şartı altıdır. Bunlar inanılacak şeylerdir. Bu altı şarta inandım demekle hâsıl olan imanın devam etmesi için, başka şeyler de lâzımdır. Mesela, ibâdetler imandan değilse de, farz olduğuna inanmak imandandır. Bir kimse, namazın farz olduğuna inanmazsa imanı olmaz. Bir de imanın temeli ve en mühim alâmeti olan, (bugünkü tabirle, olmazsa olmazı olan) esas bir şart daha vardır ki, o da, hubb-u fillah ve buğd-u fillahtır. Yani Allahü teâlânın sevdiklerini sevmek ve Allahü teâlânın sevmediklerini sevmemektir.
Çünkü hadîs-i şerîfte; “Dünyada birbirini sevenler, ahirette de beraber olacaktır.” buyuruluyor. Allahü teâlânın sevgili kullarını sevenler, son nefeste imanla ölürler. Ve mahşer yerinde de sevdiklerinin yanında haşr olup, ahiret hayatında da beraber bulunurlar. Bunun için de, kimin sevilip kimin sevilmeyeceğini iyi öğrenmemiz lâzımdır. Kim olduğumuz değil, kiminle olduğumuz önemlidir.
Bir kimse, ibâdetlerini yapmakla beraber, Allahü teâlânın sevmediklerini de severse, mesela Ebû Cehil’i severse, bu kişi Cehenneme gider. Çünkü hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz öyle buyuruyor. “Herkes sevdiğinin yanında olacak.” Demek ki insan, dünyada sevdiklerine dikkat etmelidir. Bu sevmek ve sevmemek, şahsî menfaati için değil, Allahü teâlânın rızası için olmalıdır. Sevmek ve sevmemek kalb ile olur, beden ile olmaz. Ateş ile barut bir arada olamayacağı gibi, iki zıt sevgi de bir arada olamaz. Peygamber efendimizi sevmeyeni sevemeyiz. Bu ise, kalbde kendiliğinden hâsıl olur. İlim ile olmaz. Öğrenilerek olmaz. Son nefeste iman, bu muhabbete bağlıdır. Onun için büyüklerimiz; "İnsan seveceği kimseyi iyi seçmeli, ona göre sevmeli." buyuruyorlar.
Seviyorum diyen bir kimse, sevgilisinin düşmanlarından kesilmedikçe, buna münâfık, yani yalancı denir. Âşıklar, sevgililerinin divanesi olup, onlara aykırı birşey yapamaz. Aykırı gidenlerle uyuşamaz. İki zıt şeyin muhabbeti bir kalbde, bir arada yerleşemez. İki zıddan birini sevmek, diğerini sevmemeyi icap ettirir.
Allahü teâlâ İsa aleyhisselâma; (Eğer yerlerde ve göklerde bulunan bütün mahlûkların ibâdetlerini yapsan, dostlarımı sevmedikçe ve dost olmayanlardan uzaklaşmadıkça, hiç faydası olmaz.) ve Musa aleyhisselâma da; (Yâ Mûsâ! Dostlarımı benim için sevdin mi ve sevmediklerimden benim için uzaklaştın mı?) buyuruyor.
02 MART 2012 CUMA
İmanın şartı altıdır. Bunlar inanılacak şeylerdir. Bu altı şarta inandım demekle hâsıl olan imanın devam etmesi için, başka şeyler de lâzımdır. Mesela, ibâdetler imandan değilse de, farz olduğuna inanmak imandandır. Bir kimse, namazın farz olduğuna inanmazsa imanı olmaz. Bir de imanın temeli ve en mühim alâmeti olan, (bugünkü tabirle, olmazsa olmazı olan) esas bir şart daha vardır ki, o da, hubb-u fillah ve buğd-u fillahtır. Yani Allahü teâlânın sevdiklerini sevmek ve Allahü teâlânın sevmediklerini sevmemektir.
Çünkü hadîs-i şerîfte; “Dünyada birbirini sevenler, ahirette de beraber olacaktır.” buyuruluyor. Allahü teâlânın sevgili kullarını sevenler, son nefeste imanla ölürler. Ve mahşer yerinde de sevdiklerinin yanında haşr olup, ahiret hayatında da beraber bulunurlar. Bunun için de, kimin sevilip kimin sevilmeyeceğini iyi öğrenmemiz lâzımdır. Kim olduğumuz değil, kiminle olduğumuz önemlidir.
Bir kimse, ibâdetlerini yapmakla beraber, Allahü teâlânın sevmediklerini de severse, mesela Ebû Cehil’i severse, bu kişi Cehenneme gider. Çünkü hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz öyle buyuruyor. “Herkes sevdiğinin yanında olacak.” Demek ki insan, dünyada sevdiklerine dikkat etmelidir. Bu sevmek ve sevmemek, şahsî menfaati için değil, Allahü teâlânın rızası için olmalıdır. Sevmek ve sevmemek kalb ile olur, beden ile olmaz. Ateş ile barut bir arada olamayacağı gibi, iki zıt sevgi de bir arada olamaz. Peygamber efendimizi sevmeyeni sevemeyiz. Bu ise, kalbde kendiliğinden hâsıl olur. İlim ile olmaz. Öğrenilerek olmaz. Son nefeste iman, bu muhabbete bağlıdır. Onun için büyüklerimiz; "İnsan seveceği kimseyi iyi seçmeli, ona göre sevmeli." buyuruyorlar.
Seviyorum diyen bir kimse, sevgilisinin düşmanlarından kesilmedikçe, buna münâfık, yani yalancı denir. Âşıklar, sevgililerinin divanesi olup, onlara aykırı birşey yapamaz. Aykırı gidenlerle uyuşamaz. İki zıt şeyin muhabbeti bir kalbde, bir arada yerleşemez. İki zıddan birini sevmek, diğerini sevmemeyi icap ettirir.
Allahü teâlâ İsa aleyhisselâma; (Eğer yerlerde ve göklerde bulunan bütün mahlûkların ibâdetlerini yapsan, dostlarımı sevmedikçe ve dost olmayanlardan uzaklaşmadıkça, hiç faydası olmaz.) ve Musa aleyhisselâma da; (Yâ Mûsâ! Dostlarımı benim için sevdin mi ve sevmediklerimden benim için uzaklaştın mı?) buyuruyor.
Kaynak: 24 Şubat 2012 / Türkiye Takvimi
29 Şubat 2012 Çarşamba
ANA-BABA HAKLARINDAN BAZILARI
ANA-BABA HAKLARINDAN BAZILARI |
|
BİR ŞİİR - YAVAŞ YAVAŞ
BİR ŞİİR - YAVAŞ YAVAŞ
Azrâil, başına geldiği zaman,
Kırılır ayakla kol, yavaş yavaş.
Mevlâm nasîb etsin din ile îmân,
Akar gözlerinden sel, yavaş yavaş.
Yüksek uçan gönül, yorulur birgün,
Ölçü terâzîsi, kurulur birgün.
Herkesin yaptığı, sorulur birgün,
Döner mi, yâ Rabbî, dil yavaş yavaş.
Hep nefsine uydun, tevbe etmedin,
Her bulduğun yidin, şükür etmedin.
Nihâyet, bu kara toprağa geldin,
Çekilir dünyâdan el, yavaş yavaş.
Kabrin üzerine dikerler taşı,
Bir avuç toprağa koyarsın başı.
Baba, oğlun görmez, kardeş kardeşi,
Gider, geri dönmez yol, yavaş yavaş.
Kâfûrlu, ılık suyu koyarlar,
O nazlı bedeni, tekmîl soyarlar.
Öldüğünü konu komşu duyarlar,
Gelir geri ahbap el, yavaş yavaş.
Azrâil, başına geldiği zaman,
Kırılır ayakla kol, yavaş yavaş.
Mevlâm nasîb etsin din ile îmân,
Akar gözlerinden sel, yavaş yavaş.
Yüksek uçan gönül, yorulur birgün,
Ölçü terâzîsi, kurulur birgün.
Herkesin yaptığı, sorulur birgün,
Döner mi, yâ Rabbî, dil yavaş yavaş.
Hep nefsine uydun, tevbe etmedin,
Her bulduğun yidin, şükür etmedin.
Nihâyet, bu kara toprağa geldin,
Çekilir dünyâdan el, yavaş yavaş.
Kabrin üzerine dikerler taşı,
Bir avuç toprağa koyarsın başı.
Baba, oğlun görmez, kardeş kardeşi,
Gider, geri dönmez yol, yavaş yavaş.
Kâfûrlu, ılık suyu koyarlar,
O nazlı bedeni, tekmîl soyarlar.
Öldüğünü konu komşu duyarlar,
Gelir geri ahbap el, yavaş yavaş.
BİR HİKÂYE - UÇAN AYAKKABI
BİR HİKÂYE - UÇAN AYAKKABI
Delikanlı, çalıştığı ayakkabı atölyesinde bölüm şefi olmuş ve aylığına yüklü bir zam yapıldığı için, evlilik hazırlıklarında bulunmak üzere yeni bir apartman dairesine taşınmıştı. İki aydır burada oturmasına ve bazı günler defalarca içeri girip çıkmasına rağmen, apartmandaki komşulardan hiçbiri onunla ilgilenmemişti. Ama dış kapıya bitişik olan zemin kat penceresinde gördüğü 5-6 yaşlarındaki çocuk, onlardan çok farklıydı. Delikanlı, evden her çıkışında onu aynı pencerede bulur ve gülümseyen gözlerle el sallayan çocuğa, avuç dolusu öpücükler gönderirdi.
İlkbahar geldiğinde, delikanlı o güne kadar hep buğulu bir cam arkasından görebildiği küçük arkadaşıyla sohbet etme imkânı buldu. Artık havalar ısındığı için pencereler açılmış ve evler çiçek kokusuyla dolmuştu. Anlattığına göre, küçük çocuk annesiyle birlikte yaşıyordu. Babasının ise Almanya’da çalıştığı ve birgün mutlaka döneceği söyleniyordu. Delikanlı, yaklaşan bayram için çocuğa bir hediye vermek istediğinde, ona hangi tür ayakkabılardan hoşlandığını sordu. Çocuk, böyle bir hediye beklemiyordu. Önünde oturduğu pencerenin camına parmağıyla birşeyler çizerken dedi ki:
- Uçan ayakkabılardan isterim. Ayağıma takar takmaz uçurmalı beni.
Delikanlıya göre, çocuğun bir hayal dünyasında yaşadığı kesindi. Ama bütün küçükler hep böyleydi. Daha sonraki sohbetlerinde, o tür ayakkabıların sadece filmlerde olabileceğini söylediyse de, çocuk bu fikrinden vazgeçemedi. Bayram günü geldiğinde, delikanlı birkaç değişik ayakkabı alarak onu ziyarete gitti. Küçük çocuk, gelenin kim olduğunu çok iyi biliyordu. Kapıyı büyük bir heyecanla açarak onu karşıladı ve tekerlekli iskemle üzerindeki felçli vücudunu dik tutmaya çalışarak:
- Uçan ayakkabılardan istediğim için özür dilerim, diye gülümsedi. Ama babama, başka türlü kavuşmam mümkün değil ki!..
Cüneyd Süâvi
Delikanlı, çalıştığı ayakkabı atölyesinde bölüm şefi olmuş ve aylığına yüklü bir zam yapıldığı için, evlilik hazırlıklarında bulunmak üzere yeni bir apartman dairesine taşınmıştı. İki aydır burada oturmasına ve bazı günler defalarca içeri girip çıkmasına rağmen, apartmandaki komşulardan hiçbiri onunla ilgilenmemişti. Ama dış kapıya bitişik olan zemin kat penceresinde gördüğü 5-6 yaşlarındaki çocuk, onlardan çok farklıydı. Delikanlı, evden her çıkışında onu aynı pencerede bulur ve gülümseyen gözlerle el sallayan çocuğa, avuç dolusu öpücükler gönderirdi.
İlkbahar geldiğinde, delikanlı o güne kadar hep buğulu bir cam arkasından görebildiği küçük arkadaşıyla sohbet etme imkânı buldu. Artık havalar ısındığı için pencereler açılmış ve evler çiçek kokusuyla dolmuştu. Anlattığına göre, küçük çocuk annesiyle birlikte yaşıyordu. Babasının ise Almanya’da çalıştığı ve birgün mutlaka döneceği söyleniyordu. Delikanlı, yaklaşan bayram için çocuğa bir hediye vermek istediğinde, ona hangi tür ayakkabılardan hoşlandığını sordu. Çocuk, böyle bir hediye beklemiyordu. Önünde oturduğu pencerenin camına parmağıyla birşeyler çizerken dedi ki:
- Uçan ayakkabılardan isterim. Ayağıma takar takmaz uçurmalı beni.
Delikanlıya göre, çocuğun bir hayal dünyasında yaşadığı kesindi. Ama bütün küçükler hep böyleydi. Daha sonraki sohbetlerinde, o tür ayakkabıların sadece filmlerde olabileceğini söylediyse de, çocuk bu fikrinden vazgeçemedi. Bayram günü geldiğinde, delikanlı birkaç değişik ayakkabı alarak onu ziyarete gitti. Küçük çocuk, gelenin kim olduğunu çok iyi biliyordu. Kapıyı büyük bir heyecanla açarak onu karşıladı ve tekerlekli iskemle üzerindeki felçli vücudunu dik tutmaya çalışarak:
- Uçan ayakkabılardan istediğim için özür dilerim, diye gülümsedi. Ama babama, başka türlü kavuşmam mümkün değil ki!..
Cüneyd Süâvi
KANSER RİSKİNİ AZALTMAK İÇİN
KANSER RİSKİNİ AZALTMAK İÇİN
Çağımızın korkutan hastalığı olan kanser için Dünya Sağlık Örgütü, ürküten bir uyarıda bulundu. 2030’da ölümlerin en çok sebebinin kanser olacağını belirtti. Kanserden korunmak için alınacak tedbirler:
* İhmal edilmeden tedavi ettirilmeli. Kronik hastalığı olanlar, ufak bir şikâyeti doktora danışmalı. Sık sık kontrole gitmeli.
* Alkol tüketimi riski arttırır.
* Günde 20 sigara içen, 10 sigaranın altına düşerse, akciğer kanseri riski de % 27 azalıyor.
* Aile geçmişinde kanser vakası varsa, tetkik edilmeli.
* Bulaşıkların yıkandıktan sonra suyla iyi durulanması gerekir.
* Sık sık duş alınmalı.
* Çamaşır ve vücut için, hakiki zeytinyağı, defne veya fıstık yağından yapılan sabunlar tercih edilmeli.
* Halıların yıkanıp, sık sık sirkeli suyla silinmesi gerekir.
* Stres, sigara, alkol ve madde bağımlılığı, kanser riskini arttırır.
* Beyaz çamaşırlar yeni alınınca en az 2 kere kaynatılmalı.
* Oda spreyleri zehir solutuyor. Bağışıklık sistemini bozuyor.
* Televizyondan, cep telefonu ve radyasyon yayan cihazlardan uzak durulmalı.
* Fast food kültürü, haftada 3 defa sürdürülürse, beyin tümörlerinde, lenfomalarda ve lösemilerde artış gösteriyor.
* Meyve, sebze, yoğurt ve peyniri bol bol yermeli.
* Plastik, bakır, alüminyum kaplar kullanılmamalı.
* Yeşil soğan, pırasa, kereviz, bezelye, kestane, ceviz ve fındık bol bol tüketilmeli.
* Dondurulan yiyecekler çözülünce hemen pişirilmeli ikinci defa ısıtılırsa, DNA’sı bozulur.
Kaynak: / 07.04.2011 / TÜRKİYE GAZETESİ
Çağımızın korkutan hastalığı olan kanser için Dünya Sağlık Örgütü, ürküten bir uyarıda bulundu. 2030’da ölümlerin en çok sebebinin kanser olacağını belirtti. Kanserden korunmak için alınacak tedbirler:
* İhmal edilmeden tedavi ettirilmeli. Kronik hastalığı olanlar, ufak bir şikâyeti doktora danışmalı. Sık sık kontrole gitmeli.
* Alkol tüketimi riski arttırır.
* Günde 20 sigara içen, 10 sigaranın altına düşerse, akciğer kanseri riski de % 27 azalıyor.
* Aile geçmişinde kanser vakası varsa, tetkik edilmeli.
* Bulaşıkların yıkandıktan sonra suyla iyi durulanması gerekir.
* Sık sık duş alınmalı.
* Çamaşır ve vücut için, hakiki zeytinyağı, defne veya fıstık yağından yapılan sabunlar tercih edilmeli.
* Halıların yıkanıp, sık sık sirkeli suyla silinmesi gerekir.
* Stres, sigara, alkol ve madde bağımlılığı, kanser riskini arttırır.
* Beyaz çamaşırlar yeni alınınca en az 2 kere kaynatılmalı.
* Oda spreyleri zehir solutuyor. Bağışıklık sistemini bozuyor.
* Televizyondan, cep telefonu ve radyasyon yayan cihazlardan uzak durulmalı.
* Fast food kültürü, haftada 3 defa sürdürülürse, beyin tümörlerinde, lenfomalarda ve lösemilerde artış gösteriyor.
* Meyve, sebze, yoğurt ve peyniri bol bol yermeli.
* Plastik, bakır, alüminyum kaplar kullanılmamalı.
* Meyve ve sebzeleri, kanserojen maddelerden arındırmak için, sirkeli suda bekletmeli.
* Yeşil soğan, pırasa, kereviz, bezelye, kestane, ceviz ve fındık bol bol tüketilmeli.
* Dondurulan yiyecekler çözülünce hemen pişirilmeli ikinci defa ısıtılırsa, DNA’sı bozulur.
Kaynak: / 07.04.2011 / TÜRKİYE GAZETESİ
Etiketler:
Saglik ve Hijyen,
Yararlı Bilgiler
DÜNYANIN EN BÜYÜK EKONOMİLERİ
DÜNYANIN EN BÜYÜK EKONOMİLERİ | ||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
29 Şubat 2012 Çarşamba
|
31 Ocak 2012 Salı
TÜRKLER VE MÜSLÜMANLIK
TÜRKLER VE MÜSLÜMANLIK
31 OCAK 2012 SALI
Türklerin Müslüman oluşu, Müslümanlara çok fayda sağladığı gibi; kendileri de İslâmiyetten pek istifade etti. Sultan Alparslan'a izafe edilen şu kadirşinas söz bu hakikati ifade eder:
"Biz Türkler temiz Müslümanlarız. Bidat nedir bilmeyiz. Onun için Allah bizi aziz kıldı."
XI. asır içinde Türkler Orta Asya'dan üç büyük dalga hâlinde, üç istikamette yayıldı:
Birincisi: Gazne hükümdarları emrinde, Kalaç ve diğer Türk boylarının, Hindistan'a yayılmalarıdır. Buraya Müslüman olarak gittiler ve buralara İslâm dini ve medeniyetini de götürdüler. Bugün Hindistan ve havâlisinde 500 milyona yakın Müslüman topluluğunun varlığı, bu fetih hareketinin neticesidir.
İkincisi: Oğuz Türklerinin, İran'dan geçerek Anadolu'ya yayılmasıdır. Oğuzlar buraya Müslüman olarak gelmişti. Şimdi o sayede bu topraklarda oturmaktadırlar.
Üçüncüsü: Bu istilâ hareketi, Karadeniz'in kuzeyinden Balkanlara doğrudur. Peçenek, Bulgar, Kuman ve Avarlar Balkan yarımadasına yerleşti. Avrupa içlerine kadar akarak asırlarca halkı titrettiler. Ne çare ki bunlar Müslümanlığa girmeden buraya gelmişti. Etraflarını saran Hıristiyan devletlerin tazyiki ile kısa zamanda dinlerini, dillerini ve benliklerini unuttular; geleneklerini kaybettiler. Bunlar arasında eriyip yok oldular.
Görülüyor ki; İslâmiyet, Türk devletlerini ve milletlerini, ayakta tutan, yaşatan, büyük ve başlıca kuvvet olmuştur. Macaristan, Güney Almanya, Polonya, Romanya, Sırbistan, Ukrayna ve Gürcistan'da binlerce Türk kabilesi eriyip gitti. Bugün bile buradaki Hıristiyan halk %50 ilâ %80 nisbetinde Türk kanı taşır.
Türkler esasen cengâver bir milletti. İslâmiyet yardımıyla birlik ve beraberliklerini korudular. Bu dinin alevlendirdiği cihad ruhu sayesinde sağlam, büyük ve uzun ömürlü devletler kurdular. Orta Asya'da yaşayan ve Müslüman olmayan Moğollar ise, dünyayı işgal ettikleri hâlde, medeniyet bakımından geri ve maddeten fakir kaldılar.
Kaynak: Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci (TÜRKİYE / 04.05.2011)
31 OCAK 2012 SALI
Türklerin Müslüman oluşu, Müslümanlara çok fayda sağladığı gibi; kendileri de İslâmiyetten pek istifade etti. Sultan Alparslan'a izafe edilen şu kadirşinas söz bu hakikati ifade eder:
"Biz Türkler temiz Müslümanlarız. Bidat nedir bilmeyiz. Onun için Allah bizi aziz kıldı."
XI. asır içinde Türkler Orta Asya'dan üç büyük dalga hâlinde, üç istikamette yayıldı:
Birincisi: Gazne hükümdarları emrinde, Kalaç ve diğer Türk boylarının, Hindistan'a yayılmalarıdır. Buraya Müslüman olarak gittiler ve buralara İslâm dini ve medeniyetini de götürdüler. Bugün Hindistan ve havâlisinde 500 milyona yakın Müslüman topluluğunun varlığı, bu fetih hareketinin neticesidir.
İkincisi: Oğuz Türklerinin, İran'dan geçerek Anadolu'ya yayılmasıdır. Oğuzlar buraya Müslüman olarak gelmişti. Şimdi o sayede bu topraklarda oturmaktadırlar.
Üçüncüsü: Bu istilâ hareketi, Karadeniz'in kuzeyinden Balkanlara doğrudur. Peçenek, Bulgar, Kuman ve Avarlar Balkan yarımadasına yerleşti. Avrupa içlerine kadar akarak asırlarca halkı titrettiler. Ne çare ki bunlar Müslümanlığa girmeden buraya gelmişti. Etraflarını saran Hıristiyan devletlerin tazyiki ile kısa zamanda dinlerini, dillerini ve benliklerini unuttular; geleneklerini kaybettiler. Bunlar arasında eriyip yok oldular.
Görülüyor ki; İslâmiyet, Türk devletlerini ve milletlerini, ayakta tutan, yaşatan, büyük ve başlıca kuvvet olmuştur. Macaristan, Güney Almanya, Polonya, Romanya, Sırbistan, Ukrayna ve Gürcistan'da binlerce Türk kabilesi eriyip gitti. Bugün bile buradaki Hıristiyan halk %50 ilâ %80 nisbetinde Türk kanı taşır.
Türkler esasen cengâver bir milletti. İslâmiyet yardımıyla birlik ve beraberliklerini korudular. Bu dinin alevlendirdiği cihad ruhu sayesinde sağlam, büyük ve uzun ömürlü devletler kurdular. Orta Asya'da yaşayan ve Müslüman olmayan Moğollar ise, dünyayı işgal ettikleri hâlde, medeniyet bakımından geri ve maddeten fakir kaldılar.
Kaynak: Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci (TÜRKİYE / 04.05.2011)
Etiketler:
makale,
Müslümanlar,
Türkler
ABD'DEN HARAÇ ALIYORDUK
ABD'DEN HARAÇ ALIYORDUK
31 OCAK 2012 SALI
ABD bandralı ilk geminin Cezayir açıklarında Osmanlı donanması tarafından ele geçirilmesinden sonra, yabancı dilde imzalamaya mecbur kaldığı ve haraç ödediği tek anlaşma Yale Üniversitesi arşivindedir.
ABD'nin iki asrı aşkın tarihinde yabancı dille imzalanan tek belge olma özelliği taşıyor.
Yıl 1783... Avrupa standartlarına göre mütevazı da olsa yeni bir denizci devlet olan ABD, denizlerde tek başına bayrak gezdirmeye başlar. Daha 25 Temmuz 1785'te, bu yeni bayrağı taşıyan ilk gemi, Cezayir açıklarında Osmanlı gemileri tarafından ele geçirilir. Bu gemi, Boston Limanı'na bağlı, Kaptan Isaak Stevens'ın idaresindeki Maria'dır. 1793 Ekim ve Kasım aylarında 11 ABD gemisi daha Osmanlıların eline geçer...
ABD Kongresi, Osmanlı denizcilerine karşı koyacak güçte savaş gemileri inşa edilmesi veya satın alınması için Başkana 700 bin altına yakın harcama yetkisi verir. Böylece ABD, Osmanlı tehdidi karşısında donanmasının temellerini atmış olur. 5 Eylül 1795'te ABD bu tehdide karşı bir anlaşma yapmayı kabul eder. Anlaşmaya göre ABD, Cezayir'deki esirlerin iadesi ve gerek Atlantik'te, gerekse Akdeniz'de ABD sancağı taşıyan hiçbir tekneye dokunulmaması karşılığında, 642 bin altın ve yılda 12 bin Osmanlı altını (216 bin dolar) ödemeyi kabul eder. Dili Türkçe olan ve 22 maddeden meydana gelen anlaşmaya, Başkan George Washington ve Cezayir Beylerbeyi Hasan Dayı imza koyar.
Bu belgenin ortaya koyduğu önemli bir husus da ABD Başkanı George Washington'ın, dönemin Sultanı III. Selim Hân tarafından muhatap görülmemiş olmasıdır.
31 OCAK 2012 SALI
ABD bandralı ilk geminin Cezayir açıklarında Osmanlı donanması tarafından ele geçirilmesinden sonra, yabancı dilde imzalamaya mecbur kaldığı ve haraç ödediği tek anlaşma Yale Üniversitesi arşivindedir.
ABD'nin iki asrı aşkın tarihinde yabancı dille imzalanan tek belge olma özelliği taşıyor.
Yıl 1783... Avrupa standartlarına göre mütevazı da olsa yeni bir denizci devlet olan ABD, denizlerde tek başına bayrak gezdirmeye başlar. Daha 25 Temmuz 1785'te, bu yeni bayrağı taşıyan ilk gemi, Cezayir açıklarında Osmanlı gemileri tarafından ele geçirilir. Bu gemi, Boston Limanı'na bağlı, Kaptan Isaak Stevens'ın idaresindeki Maria'dır. 1793 Ekim ve Kasım aylarında 11 ABD gemisi daha Osmanlıların eline geçer...
ABD Kongresi, Osmanlı denizcilerine karşı koyacak güçte savaş gemileri inşa edilmesi veya satın alınması için Başkana 700 bin altına yakın harcama yetkisi verir. Böylece ABD, Osmanlı tehdidi karşısında donanmasının temellerini atmış olur. 5 Eylül 1795'te ABD bu tehdide karşı bir anlaşma yapmayı kabul eder. Anlaşmaya göre ABD, Cezayir'deki esirlerin iadesi ve gerek Atlantik'te, gerekse Akdeniz'de ABD sancağı taşıyan hiçbir tekneye dokunulmaması karşılığında, 642 bin altın ve yılda 12 bin Osmanlı altını (216 bin dolar) ödemeyi kabul eder. Dili Türkçe olan ve 22 maddeden meydana gelen anlaşmaya, Başkan George Washington ve Cezayir Beylerbeyi Hasan Dayı imza koyar.
Bu belgenin ortaya koyduğu önemli bir husus da ABD Başkanı George Washington'ın, dönemin Sultanı III. Selim Hân tarafından muhatap görülmemiş olmasıdır.
Etiketler:
Osmanlı,
Sultan 3. Selim Han,
Tarih
SOHBET - ÇOĞUNLUĞA UYMAK
SOHBET - ÇOĞUNLUĞA UYMAK (1)
31 OCAK 2012 SALI
SUÂL: Her işte, her zaman çoğunluğa uymak yanlış değil midir? Mesela deniyor ki:
๏ Çoğu, bir dine inanmadığı için, ben de inanmıyorum.
๏ Çoğu, namaz kılmadığı için, ben de kılmıyorum.
๏ Çoğu, açık gezdiği için, ben de açık geziyorum.
๏ Çoğu, çalgı dinlediği için, ben de çalgı dinliyorum.
๏ Çoğu, müzikli ilâhi dinlediği için, ben de dinliyorum.
๏ Çoğu, kiliseye gittiği için, ben de âyinlere katılıyorum.
๏ Çoğu, gayrimüslimlerin Cennete gideceğini söylediği için, ben de öyle inanıyorum.
๏ Çok kimse, mezhepler sonradan çıktı dediği için, ben de mezhebi kabul etmiyorum.
๏ Hıristiyanlar, Müslümanlardan çok olduğu için, Hıristiyanlığın hak olduğu doğrudur.
๏ Budistler, Hıristiyanlardan daha çok olduğu için Budizm haktır.
๏ Dünyada dine inanmayan çoğaldığı için, ben de ateistim.
๏ Kültürlü ve rütbeli insanlar mason olduğu için, masonluk doğru yolda olmaktır.
๏ Bütün dünya ibadete hoparlör karıştırıyor. Bu kadar insan bidat işleyecek değil ya.
๏ Hanefi'de gusülde ağzın içini yıkamak farzdır, ama dolgu dişi olan sayısız insan var. Bunlar cünüp gezmiyor ya...
๏ Dünyada islâm halifesi olmadığı hâlde, halkı Müslüman olan ülkelerin dar-ül-islâm olduğu çok kimsece kabul ediliyor. Çoğunluğun yanılması mümkün müdür?
CEVAP: Yukarıdaki yanlış örneklerde olduğu gibi, çoğunluk örnek gösterilerek, (Herkes böyle yapıyor, ben de yapsam ne çıkar?) demek caiz olmaz.
Sui misal emsal olmaz. Yani kötü şey, yanlış şey örnek gösterilemez. Kötü şeyleri, yanlışları herkes yapsa bile, o şey kötü olmaktan, yanlış olmaktan çıkmaz. iyilik, doğruluk, hak gibi hususlar, her zaman çoğunluğun bulunduğu yerde olmaz.
Kur'ân-ı kerîmde birçok hususta çoğunluğun, insanların çoğu veya onların çoğu ifadesi kullanılarak yanlış yolda olduğu bildiriliyor. Bu örnekleri yarın bildiriyoruz.
SOHBET - ÇOĞUNLUĞA UYMAK (2)
Çoğunluğa uymanın zararlarını bildiren âyet-i kerîme meallerinden bazıları:
๏ İnsanların çoğuna uyan sapıtır. (Enam 116)
๏ Allahın mucize yaratabileceğini çoğu bilmez. (Enam 37)
๏ Rızkı Allahın verdiğini çoğu bilmez. (Sebe 36)
๏ İnsanların çoğu kâfirdir. (Nahl 83)
๏ Çoğu fasıktır. (Maide 49, 81, Tevbe 8, Hadid 16, 27)
๏ Çoğu müşriktir. (Rum 42)
๏Çoğu inanmaz, iman etmez. (Bekara 100, Hud 17, Rad 1)
๏ Çoğu inkârcıdır. (isra 89)
๏ Çoğu gâfildir. (Yunus 92)
๏ Çoğu şükretmez. (Bekara 243, Yunus 60, Yusuf 38)
๏ Çoğu zanna uyar. (Yunus 36)
๏ Çoğu nankördür. (Furkan 50)
๏ Çoğu yalancıdır. (Şuara 223)
๏ Çoğu Allaha ortak koşar. (Yusuf 106)
๏ Çoğu haktan hoşlanmaz. (Zuhruf 78)
๏ Çoğu Kur'ândan yüz çevirdi. (Fussilet 4)
๏ Kâfirlerin çoğu akıl etmez, kafası çalışmaz. (Maide 103)
๏ Ölüleri Allahın dirilteceğini çoğu bilmez. (Nahl 38)
๏ Kıyametin geleceğine çoğu inanmaz. (Mümin 59)
๏ Doğru olan dinin Müslümanlık olduğunu, çoğu bilmez. (Rum 30, Yusuf 40)
๏ Kıyametin ne zaman kopacağının bilinmeyeceğini çoğu bilemez. (Araf 187)
Genelde kıymetli şeyler azdır. Birkaç örnek:
1- Verilen nimetlere şükretmek çok iyidir, fakat şükreden azdır. (Sebe 13, Araf 10, Müminun 78, Secde 9, Mülk 23, Bekara 243, Yunus 60, Yusuf 38, Mümin 61, Neml 73) [Şükür, islâmiyete uymak demektir. (Mektubat-ı Rabbanî)]
2- Hazret-i Nuh'a inanıp, gemisine binip kurtuluşa erenler çok azdı. (Hud 40)
3- iman edip iyi işler yapan, hakkı ve sabrı tavsiye edenler hariç, insanlar zarardadır. Zararda olmayan kimseler ise azdır. (Asr suresi, Sad 24)
4- Gayrimüslimlerden pek azının iman ettiği bildiriliyor. Bu azlar övülüyor. (Bekara 88)
5- Musa aleyhisselâmın kavmi, Allah için elbette savaşırız dedikleri hâlde, savaş emri gelince çok azı savaşa iştirak etti. Bu azlar övülüyor. (Bekara 246)
Kaynak: M. Ali Demirbaş / TÜRKİYE GAZETESİ
31 OCAK 2012 SALI
SUÂL: Her işte, her zaman çoğunluğa uymak yanlış değil midir? Mesela deniyor ki:
๏ Çoğu, bir dine inanmadığı için, ben de inanmıyorum.
๏ Çoğu, namaz kılmadığı için, ben de kılmıyorum.
๏ Çoğu, açık gezdiği için, ben de açık geziyorum.
๏ Çoğu, çalgı dinlediği için, ben de çalgı dinliyorum.
๏ Çoğu, müzikli ilâhi dinlediği için, ben de dinliyorum.
๏ Çoğu, kiliseye gittiği için, ben de âyinlere katılıyorum.
๏ Çoğu, gayrimüslimlerin Cennete gideceğini söylediği için, ben de öyle inanıyorum.
๏ Çok kimse, mezhepler sonradan çıktı dediği için, ben de mezhebi kabul etmiyorum.
๏ Hıristiyanlar, Müslümanlardan çok olduğu için, Hıristiyanlığın hak olduğu doğrudur.
๏ Budistler, Hıristiyanlardan daha çok olduğu için Budizm haktır.
๏ Dünyada dine inanmayan çoğaldığı için, ben de ateistim.
๏ Kültürlü ve rütbeli insanlar mason olduğu için, masonluk doğru yolda olmaktır.
๏ Bütün dünya ibadete hoparlör karıştırıyor. Bu kadar insan bidat işleyecek değil ya.
๏ Hanefi'de gusülde ağzın içini yıkamak farzdır, ama dolgu dişi olan sayısız insan var. Bunlar cünüp gezmiyor ya...
๏ Dünyada islâm halifesi olmadığı hâlde, halkı Müslüman olan ülkelerin dar-ül-islâm olduğu çok kimsece kabul ediliyor. Çoğunluğun yanılması mümkün müdür?
CEVAP: Yukarıdaki yanlış örneklerde olduğu gibi, çoğunluk örnek gösterilerek, (Herkes böyle yapıyor, ben de yapsam ne çıkar?) demek caiz olmaz.
Sui misal emsal olmaz. Yani kötü şey, yanlış şey örnek gösterilemez. Kötü şeyleri, yanlışları herkes yapsa bile, o şey kötü olmaktan, yanlış olmaktan çıkmaz. iyilik, doğruluk, hak gibi hususlar, her zaman çoğunluğun bulunduğu yerde olmaz.
Kur'ân-ı kerîmde birçok hususta çoğunluğun, insanların çoğu veya onların çoğu ifadesi kullanılarak yanlış yolda olduğu bildiriliyor. Bu örnekleri yarın bildiriyoruz.
SOHBET - ÇOĞUNLUĞA UYMAK (2)
Çoğunluğa uymanın zararlarını bildiren âyet-i kerîme meallerinden bazıları:
๏ İnsanların çoğuna uyan sapıtır. (Enam 116)
๏ Allahın mucize yaratabileceğini çoğu bilmez. (Enam 37)
๏ Rızkı Allahın verdiğini çoğu bilmez. (Sebe 36)
๏ İnsanların çoğu kâfirdir. (Nahl 83)
๏ Çoğu fasıktır. (Maide 49, 81, Tevbe 8, Hadid 16, 27)
๏ Çoğu müşriktir. (Rum 42)
๏Çoğu inanmaz, iman etmez. (Bekara 100, Hud 17, Rad 1)
๏ Çoğu inkârcıdır. (isra 89)
๏ Çoğu gâfildir. (Yunus 92)
๏ Çoğu şükretmez. (Bekara 243, Yunus 60, Yusuf 38)
๏ Çoğu zanna uyar. (Yunus 36)
๏ Çoğu nankördür. (Furkan 50)
๏ Çoğu yalancıdır. (Şuara 223)
๏ Çoğu Allaha ortak koşar. (Yusuf 106)
๏ Çoğu haktan hoşlanmaz. (Zuhruf 78)
๏ Çoğu Kur'ândan yüz çevirdi. (Fussilet 4)
๏ Kâfirlerin çoğu akıl etmez, kafası çalışmaz. (Maide 103)
๏ Ölüleri Allahın dirilteceğini çoğu bilmez. (Nahl 38)
๏ Kıyametin geleceğine çoğu inanmaz. (Mümin 59)
๏ Doğru olan dinin Müslümanlık olduğunu, çoğu bilmez. (Rum 30, Yusuf 40)
๏ Kıyametin ne zaman kopacağının bilinmeyeceğini çoğu bilemez. (Araf 187)
Genelde kıymetli şeyler azdır. Birkaç örnek:
1- Verilen nimetlere şükretmek çok iyidir, fakat şükreden azdır. (Sebe 13, Araf 10, Müminun 78, Secde 9, Mülk 23, Bekara 243, Yunus 60, Yusuf 38, Mümin 61, Neml 73) [Şükür, islâmiyete uymak demektir. (Mektubat-ı Rabbanî)]
2- Hazret-i Nuh'a inanıp, gemisine binip kurtuluşa erenler çok azdı. (Hud 40)
3- iman edip iyi işler yapan, hakkı ve sabrı tavsiye edenler hariç, insanlar zarardadır. Zararda olmayan kimseler ise azdır. (Asr suresi, Sad 24)
4- Gayrimüslimlerden pek azının iman ettiği bildiriliyor. Bu azlar övülüyor. (Bekara 88)
5- Musa aleyhisselâmın kavmi, Allah için elbette savaşırız dedikleri hâlde, savaş emri gelince çok azı savaşa iştirak etti. Bu azlar övülüyor. (Bekara 246)
Kaynak: M. Ali Demirbaş / TÜRKİYE GAZETESİ
SÖZÜN TESİR ETMESİ İÇİN
SÖZÜN TESİR ETMESİ İÇİN
31 OCAK 2012 SALI
Şakîk-i Belhî hazretleri gençken, kendine göre bir grup kurmuş. Demiş ki arkadaşlarına: "Şu ateşe tapanların üslerine gidelim. Yıkmayacağız, vurmayacağız, ama bunlar ne ahmak insanlar, bunların ahmaklıklarını görelim."
Gitmişler kiliseye. Bakmışlar ki, çok güzel yüzlü, çok güzel bir delikanlı, böyle acınacak bir hâlde, kendini vermiş ateşe, tapıyor. Şakîk; "Şuna bir İslâmiyeti anlatayım, yanmasın şu adamcağız." diyerek yanına gidip diyor ki:
"Kardeşim, bu ateş sana faydalı değil. Bunun faydası yok. Gel sen Müslüman ol ve kurtul şu ateşten!"
O genç buna bakıyor ve bir tokat atınca, beş parmak izi yüzünde kalıyor. Şakîk, delikanlının üzerine saldıran arkadaşlarına, "Dokunmayın!" diyor. Onlar; "Ne yapacağız?" diye sorunca; "Ben bu tokadın sebebini biliyorum. Hadi gidiyoruz." diyor ve yediği dayakla beraber kiliseden ayrılıyorlar.
Arkadaşlarına; "Herkes kendi yoluna, ben gidiyorum memlekete. Gideceğim bir dergâha, hem ilim öğreneceğim, hem de kalbimi temizleyeceğim. Ben adam olmadığımı bu tokattan sonra anladım." diyor ve vedalaşıp, gidiyor memleketin birine. Orada 10 sene, 20 sene, kaç sene ise, fırının içinde ekmeğin piştiği gibi pişiyor. Ekmek kıvamına gelince, oradan ayrılıyor artık. Memleketine dönüp arkadaşlarını buluyor. Kalan kalmış, giden gitmiş. Onları toplayıp diyor ki: "Gelin aynı kiliseye bir daha gideceğiz." Gidiyorlar yine aynı kiliseye. Bu sefer orada yaşlı, ihtiyar birisinin, kendini vermiş ateşe, taptığını görüyorlar. Şakîk-i Belhî yine onun yanına gidip diyor ki:
- Efendim, bu ateşin size bir faydası yok. Ahirette büyüğü adamı yakar. Vazgeçin şu ateşe tapmaktan.
- Tabii doğru, haklısın. Bana kelime-i şehadet söyle!
Söylüyor. Adam da halis kalble kelime-i şehadet getiriyor. Sonra ona şunu soruyor:
- Ben 25-30 sene evvel burada bir genç görmüştüm. Ona İslâmiyeti tebliğ ettim. Kabul etmedi. Bana da bir tokat vurdu. Acaba öldü mü?
- O benim, ben. Tokadın izi kaldı mı?
- Gitti. O zaman tokadı yedim, şimdi neden kelime-i şehadet getirdiniz?
- Çünkü o zamanda sen söylediğinle amel eden adam değildin. Sözün hiç tesir etmemişti...
Kaynak: 31 Ocak 2012 / Türkiye Takvimi
31 OCAK 2012 SALI
Şakîk-i Belhî hazretleri gençken, kendine göre bir grup kurmuş. Demiş ki arkadaşlarına: "Şu ateşe tapanların üslerine gidelim. Yıkmayacağız, vurmayacağız, ama bunlar ne ahmak insanlar, bunların ahmaklıklarını görelim."
Gitmişler kiliseye. Bakmışlar ki, çok güzel yüzlü, çok güzel bir delikanlı, böyle acınacak bir hâlde, kendini vermiş ateşe, tapıyor. Şakîk; "Şuna bir İslâmiyeti anlatayım, yanmasın şu adamcağız." diyerek yanına gidip diyor ki:
"Kardeşim, bu ateş sana faydalı değil. Bunun faydası yok. Gel sen Müslüman ol ve kurtul şu ateşten!"
O genç buna bakıyor ve bir tokat atınca, beş parmak izi yüzünde kalıyor. Şakîk, delikanlının üzerine saldıran arkadaşlarına, "Dokunmayın!" diyor. Onlar; "Ne yapacağız?" diye sorunca; "Ben bu tokadın sebebini biliyorum. Hadi gidiyoruz." diyor ve yediği dayakla beraber kiliseden ayrılıyorlar.
Arkadaşlarına; "Herkes kendi yoluna, ben gidiyorum memlekete. Gideceğim bir dergâha, hem ilim öğreneceğim, hem de kalbimi temizleyeceğim. Ben adam olmadığımı bu tokattan sonra anladım." diyor ve vedalaşıp, gidiyor memleketin birine. Orada 10 sene, 20 sene, kaç sene ise, fırının içinde ekmeğin piştiği gibi pişiyor. Ekmek kıvamına gelince, oradan ayrılıyor artık. Memleketine dönüp arkadaşlarını buluyor. Kalan kalmış, giden gitmiş. Onları toplayıp diyor ki: "Gelin aynı kiliseye bir daha gideceğiz." Gidiyorlar yine aynı kiliseye. Bu sefer orada yaşlı, ihtiyar birisinin, kendini vermiş ateşe, taptığını görüyorlar. Şakîk-i Belhî yine onun yanına gidip diyor ki:
- Efendim, bu ateşin size bir faydası yok. Ahirette büyüğü adamı yakar. Vazgeçin şu ateşe tapmaktan.
- Tabii doğru, haklısın. Bana kelime-i şehadet söyle!
Söylüyor. Adam da halis kalble kelime-i şehadet getiriyor. Sonra ona şunu soruyor:
- Ben 25-30 sene evvel burada bir genç görmüştüm. Ona İslâmiyeti tebliğ ettim. Kabul etmedi. Bana da bir tokat vurdu. Acaba öldü mü?
- O benim, ben. Tokadın izi kaldı mı?
- Gitti. O zaman tokadı yedim, şimdi neden kelime-i şehadet getirdiniz?
- Çünkü o zamanda sen söylediğinle amel eden adam değildin. Sözün hiç tesir etmemişti...
Kaynak: 31 Ocak 2012 / Türkiye Takvimi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)